16 Ağustos 2011 Salı

Çözümsüzlükler Ülkesi Türkiye


Bu yazının konusu Adile Naşit'li sahnenin sansürlenmesi ile olacaktı. Yıllardır izlediğimiz film sansürlenmiş; yıllardır rahmetle andığımız, ailemizden biri olarak gördüğümüz Adile Abla günün birinde erotik bir obje olmuştu. Ciddi ciddi buna hayıflanırken, yazıya dökmek isterken düşündüm de her şeyde böyle değil miyiz biz?

İnternet filtresinde, teröre çözüm bulmakta, şike iddialarını yorumlamada, bunların sonuçlarını hukukun gereğince uygulamada, yerel yönetimde, ulusal yönetimde, gençlere iş imkanları yaratmada, gelecek bekleyen insanları sınamada çözüm mü üretmekteyiz, yoksa çözümsüzlüğü derinleştirmekte miyiz?


Devlet dediğimiz olgu milletini yönetirken acaba gerçekten korumacı bir yol mu izliyor; yoksa kural koyucular bir gölge oyununun senaristliğini yapıp milletin oyunculuk yeteneğini mi anlamaya çalışıyor? Farkında mısınız bilmiyorum ama ülke insanı gitgide daralan hayat sahnesinde usta bir dram oyuncusu oluyor. Nasıl dram komediyi ve acıklı olayları içinde barındırıyorsa bizler de aynı durumları yaşıyoruz her gün.

Konunun başına tekrardan dönersek eğer, Adile Naşit bir erotik obje olarak değerlendiriliyorsa, Winnie "çocukların gelişimini olumsuz olarak etkiliyor" yaftası yiyorsa, sorunların çözümlerini çözümsüzlük yanlıları çözüyor gibi görünüyorsa, bizim durumumuz -kısadan söylemek gerekirse- içler acısı. Acaba bunları yazan ben, bir sansüre kurban gider miyim ki? Çünkü ben Adile Naşit'in hamam sahnesinde, Winnie'deki domuzu gördüğümde bugüne kadar hiçbir yanlış görmedim ve görmeyeceğim de...

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Yeni Hafta Şarkıları


Uzun zamandır paylaşmadığımız yeni hafta şarkıları köşesinde bu hafta 2003 yılında kaybettiğimiz bir efsaneyi ağırlamak istiyorum. Onun müziği için "heavenly sound" benzetmesi yapılırdı. Bu şarkı da bu benzetmeyi haklı çıkaran başyaptıların başında geliyor kanımca. Ayrıca yeni haftaya başlarken de daha iyi bir şarkı olamazdı herhalde.




21 Temmuz 2011 Perşembe

Midnight Shuttle

"Bir insanı neyin yiyip bitirdiğini asla bilemezsiniz. Belli bir kafa durumuna gelmişseniz en basit şeyler bile korkunç problemlere dönüşebilirler." -Charles Bukowski-

Tarifi imkansız çıkmazlar...

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Kimlik Karmaşası

Ne zaman bir hava alanına, bankaya veya herhangi bir devlet dairesine gitsem nüfus cüzdanımdaki 8.sınıf fotoğrafıma bakıp bir de şimdiki halimi gören yetkililer şüpheye düşüyorlar. Ben olsam ben de kıllanırdım, nitekim kimliğime bakınca ben de şüpheye düşmüyor değilim. Hatta bir keresinde iş bankasındaki bir memur kimliğimin sahteliği konusunda epey ısrarcı olmuştu.

Nüfus cüzdanıyla işim olan her yerde görevli kimselerin bir kimliğe bir bana sırayla ve defalarca bakmasından ve hafta sonu gireceğim sınava yeni bir kimlikle girme arzusundan mütevellit (nedense artık) uzun zamandır yenilemeyi düşündüğüm nüfus cüzdanım konusunda bugün nihai karara vardım ve değiştirmek için neler gerektiği konusunda internette küçük çaplı bir araştırma yaptım. Ayrıca yakın çevremde daha önce nüfus cüzdanını yenileyen insanlardan bilgi topladım. Genel olarak nüfus müdürlüğüne 2 adet fotoğrafla giderek 5 tl yenileme ücreti ödedikten sonra 5 dakika içinde yeni kimliğinizin basılarak size teslim edildiğini öğrendim diyebilirim. Evden çıkıp nüfus müdürlüğüne gittiğimde, görevli memure muhtarlıktan yenileme talep belgesi almam gerektiğini söyledi. Kadına "internette öyle yazmıyordu" deyince alaycı bir gülümsemeyle suratıma bakarak "2003'ten sonra yenilenenler için gerekmiyor" dedi. Başta da söylediğim gibi nüfus cüzdanımın son yenilemesi 8.sınıfa (1998) tekabül ettiğinden muhtarlığa gitmem gerekti.

Devlet dairelerinin öğle yemeği saati olan 12.30'a kalmadan tekrar nüfus müdürlüğüne dönebilmek adına aceleyle saat 11.45'te muhtarlığa gittiğimde muhtar amca dükkanı kapatmıştı. Yaklaşık 10 dakika kadar muhtarlığın önündeki bankta oturup hiç gelmeyecek olan muhtarı bekledikten sonra nüfus cüzdanımı yenileme fikrini bir başka bahara erteleyerek marketten içecek bir şeyler alıp evime döndüm. Ve sanırım tekrar başıma iş açana kadar kimlik yenilemeyi düşünmeyeceğim.

Saygılar...

10 Mayıs 2011 Salı

Bilimsel Kıskanma

Geçtiğimiz günlerde, bir önceki yazıda bahsettiğimiz "schadenfreude" kavramını öğrencilerime anlatmış ve bu konuda ne düşündüklerini kendi aralarında konuşarak tartışmalarını istemiştim. Gözlemlediğim kadarıyla insanlar bu kavramı kıskançlık kavramıyla karıştırmaya çok meyilliler. Kimisi bunu bilimsel bir gerçek olmasından kaynaklı olarak kavramaya çalışsa da; verdikleri örnekler nedense sürekli kıskançlık kavramını işaret ediyordu. Bir önceki yazıda gerekli açıklama oldukça net bir şekilde açıklandığı için schadenfreude olayına tekrar girmeye elbette gerek yok. Hatta bunu anlamış olup olmanız çok da önemli değil benim için. Bu durumda ne halt etmeye bu yazıyı yazdığımı soracak olursanız; ona cevabım da asıl konunun kıskançlığın bilimsel yönü olduğu olacaktır. Bu konunun schadenfreude yazısının hemen arkasına gelmesi ise sadece ama sadece tesadüf.

İnternette dolaşırken kıskançlık üzerine bilimsel araştırmalardan bahseden bir bilim adamının röportajına denk geldim. Röportajı okurken bilim adamının yer yer schadenfreude'den bahsettiğini ve bu kavramın kıskançlıktan farkını ortaya koymaya çalıştığını gördüm. Bilimsel bir kaynak ortaya sürüldüğünde iki kavram arasındaki farkın -ayırt etmekte zorlananlar için- daha net anlaşılacağını düşünüyorum.

Bilim adamları MRI taraması diye bir teknik geliştirmişler. Bu teknik sayesinde, komplike duygular esnasında beyinin aktivite alanları gözlemlenebiliyor. Beyin esasında schadenfreude ve kıskançlık için ortak bir alanı harekete geçiriyor; lakin schadenfreude'de beyin farklı bir bölgeyi daha harekete geçiriyor. Tesadüf müdür bilinmez ama bu bölge de kişinin bir ödül veya hediye aldığında yaşadığı mutluluk hislerinde beyinin kullandığı bölgeyle aynı.

Kıskanmak ise, bireyin kıskandığı kişinin acısından duyduğu mutluluk olarak tanımlanıyor. Bunun sevilen birini kıskanmakla uzaktan yakından bir alakası yok. Ona bilim adamları da henüz bir açıklama getirebilmiş değil. Ben bir bilim adamı değilim elbet ama bana kalırsa insanlar sevdiklerine karşı aidiyet duygusunu hissettiği zaman kıskanıyorlar. Diğer türlüsü (nasıl olur bilmem) bir çeşit ego tatminidir kanımca.


Yazıda bahsi geçen röportaj için buraya tıklayın.

24 Nisan 2011 Pazar

Kınalar Yakılsın: Schadenfreude



Almanca’nın kelime yaratma konusunda birçok dile oranla daha esnek olması dolayısıyla bu dilde doğan, zamanla diğer dillere de aynı şekilde aktarılan bu kavramın “schaden” (zorluk, kötülük, zarar) ve “freude” (sevinç) kelimelerinden oluştuğunu düşünürsek, en yüzeysel ve anlaşılabilir tanımı “Başkalarının üzüntüsüne sevinme” şeklinde yapılabilecektir. Bu tanımı ilk kez duyan kişinin aklında muhtelemen “sadizm” olgusu hasıl olacaktır (hatta ilk tepkisi “mazoşizm işte yeaa” olanlar bile var, gerçekten), ancak bu iki kavramın birbirinden ne kadar farklı olduğunu schadenfreude hakkında örnekler vererek ve daha derin açıklamalar yaparak somut bir şekilde anlayabilmemiz mümkün olabilir.
Bu kavramla henüz karşılaşmamışken, yıllar önce Suç ve Ceza’daki şu küçük kısmı okuduğumda, belki de kimsenin yüzleşemeyeceği bir duyguyu edebi gücünün yardımıyla ne kadar sade ve anlaşılabilir yazdığını düşünmüştüm Dostoyevski’nin, bunu yazmak büyük cesaret ister gibi gelmişti biraz da:
“..Hepsinin halinde, en yakınlarının beklenmedik bir felaketi karşısında bile insanlarda her zaman görülen tuhaf bir sevinç duygusu vardı. En samimi acıma, acısını paylaşma duygularına rağmen, istisnasız olarak hiçkimse, böyle bir duyguya kapılmaktan kendisini alamamıştır.”
Cesaret istediğini düşündüm, çünkü bence kimsenin insanlığ(ın)a yakıştıramayacağı türden bir duyguydu bahsedilen, kimse kendine bile itiraf etmezdi zaman zaman bu tür hislere kapıldığını. Zira kendim de bunları okumadan önce bu durumu yaşadığımın farkında değildim. Sanırım yazarın 12 yaşındaki okuruna hatırlattığı, arkadaşımla beraber okulun bahçesinde oyun oynarken, ikimizin de kaygan zemin üzerinde kayıp yere düştükten sonra, ilk şoku atlatmanın akabinde bende hasar olmadığını, ancak onun dizinin kanadığını fark etmem karşısında hissettiğim mutluluk olmuştu. Burda söz konusu arkadaşımın her konuda “rakip” olan arkadaşlardan olduğunu söylememde fayda var sanırım. Derslerde, okuldaki “popülerlik” yarışında, bando takımında, annelerimizin güzelliğinde.. her konuda rakibimdi evet. Çok sevdiğim bir arkadaşım değildi tabi ki, sadece rakibim olması, kalitelerimizin denk olduğuna işaretti, zaten bu da arkadaşğımıza nedendi ki bu da ayrı bir konu.
Morrissey de bu açıdan bakmış olmalı ki, “We hate it when our friends become succesful.” şeklinde anlatmış durumu. Oyuncu Groucho Marx da, “No one is completely unhappy at the failure of their best friend.” şeklindeki sözleriyle Morrissey’le aynı fikirde olduğunu gösterir bize adeta.
Türkiye’de bu duygunun en güzel örneği bence, kişilerin taraftarı oldukları futbol takımının bir başka takım karşısında galip olmalarından çok, karşı tarafın mağlup olmalarına sevinmeleridir bence. Bir maç sonrasında yenen takımın taraftarının yenilen takımın taraftarı olan bir arkadaşını arayıp “Nası yendik ama?” seremonisini yapması, karşı takımın mutsuzluğunu pekiştirerek (ve buna tanık olarak) kendi sevincini artırmanın en somut örneği olsa gerek.
Kıskançlıkla farklı olarak schadenfreude, karşı tarafın mutluluğundan mutsuz olmak değil, mutsuzluğundan mutlu olmaktır bir bakıma. Örneğin çalışma arkadaşlarımdan biri, yöneticimin bana daha yüksek puan vermesi nedeniyle mutsuzsa kıskançtır, daha düşük puan vermesi dolayısıyla mutluysa “schadenfreudian”dır. Güzel filozof Arthur Schopenhauer bu farkı şöyle açıklamış: “Kıskançlık hissetmek insancıldır, zarar sevincinin tadını çıkarmak ise seytancıl.”
Her ne kadar “şeytancıl” bir hissiyatı söz konusu etmiş bulunsak da, aslında hepimiz bu duyguyu, sevdiğimiz insanlar hariç herhangi birine karşı, nadiren veya sık sık yaşamışızdır. Yapılan bir araştırma “Schadenfreude’nin yoğunluğu, özgüvensizlikle doğru orantılıdır.” der, ancak bu his belki çocukluktan yaşlılığa kadar içine sürüklendiğimiz “rekabet ortamı”ndan kaynaklıdır, belki de schadenfreude bizde, “Gülme komşuna gelir başına.” yasağının hissettirdiği baskının ters tepmesiyle veya her yasak gibi bu yasağın da cazip gelmesiyle oluşan bir durumdur- kim bilir?
DİPNOT: Blog yazılarımızın artık rutini olan,anlatılan mevhumu bir şarkıyla bağlama olayından yine vazgeçmiyoruz.Schadenfreude kavramını en güzel açıklayan şarkı "I need to watch things die" diyen Tools - Vicarious olurdu sanırım.



19 Nisan 2011 Salı

Albüm: Foo Fighters - Wasting Light


Foo Fighters, 11 nisanda uzun zamandır sabırsızlıkla beklediğimiz albümü Wasting Light 'ı piyasaya sürdü. Albümden çıkan ilk single olan "Rope" albümün efsane bir FF albümü olacağını müjdelemişti aslında. İlk dinlediğimde şarkıya nötr bakmıştım açıkçası. Lakin 3. veya 4. dinleyişimde "Dave Grohl kafası" diye bir kavram oluşturdum kafamda. Bu şarkıdan yola çıkarak albümün daha çok söz ağırlıklı olacağını ve müzikal açıdan hafif deneysel geçebileceği tahmininde bulunmuştum kendimce. Derken yayınlanan "White Limo" klibinde bu şarkıyı da dinlemiş olduk. White Limo beni açıkçası fena dumurlara uğrattı. FF'den beklediğim tarzda bir şarkı olmamakla birlikte, sert riffleri ve distortion vokalleriyle beni benden aldı resmen. Aslında pek de beklenmedik değildi zira FF'nin bu tarz şarkılar yapabilecek kapasitede olduğundan emindim ve gerilere giderek albümlerini hızlı bir şekilde dinlemeye başladım. Bunu kanıtlamak çok da uzun sürmedi çünkü ilk albümleri olan 1995 albümündeki "Weenie Beenie" şarkısı da en azından vokal olarak "White Limo"yu andırıyordu. Bu arada şarkının klibinde Limo'nun şoförünün Lemmy, torbacının da Pat Smear olduğunu söylemekte fayda var. Oldukça eğlenceli bir klip.

Albüme şöyle bir bakacak olursak son 2 ayda "Rope" hastası olmuş birisi olarak beklentilerim acayip yüksekti. Hatta bana göre albümün en iyi şarkısı "Rope" olacak; geriye kalan şarkılardan belki 1 tanesi "ehh" dedirtecekti. Albümün yayın tarihi olan 11 nisan benim için daha önemli bir durumun tarihi olduğu için o tarihte albüm veya FF aklıma bile gelmedi işin aslı. Wasting Light iki gündür listemde ve dinlemekten kendimi alamıyorum. Albüm hakkında her şarkıyı tek tek ele almak gerektiğine inanıyorum. Nitekim albüm beni resmen ters köşeye yatırdı. Sadece Rope hit olur derken, o şarkıyı resmen bir köşeye ittim ve diğer şarkıların etkisindeyim hala. "Rope, Dear Rosemary, White Limo, Walk, A Matter of Time, Back & Forth, These Days" gibi şarkıların hepsi ama hepsi büyük hit olacak kapasitede şarkılar. Benim favorim albümün 3.şarkısı olan "Dear Rosemary".

FF çıktığı günden bu yana yapmak istediği asıl büyük patlamayı bu albümle yapacaktır kanımca. Son 2 albüm zaten FF'deki değişimi ve kalitenin artışını ortaya koymuştu. 2011 yılına damgasını vurarak yıllar sonra bile gelmiş geçmiş en iyi albümler arasında da yerini alacaktır. Benden söylemesi; dinleyin, dinletin.

Bu kadar bahsettikten sonra White Limo klibini koymadan olmaz.

Retro: Yetenek Evrimi


Sosyal medyanın ilerlemesi, televizyon kanallarının artması, uydular, dijital platformlar, internet vs. gibi dünyada olan bitene hiç zahmete girmeden ulaşabileceğimiz bir çuval dolusu alternatifimiz mevcut. Bunun yazıyla ne ilgisi var ben de bilmiyorum ama bazen böyle eski ve yeni şeyleri karşılaştıran retro yazıları hep hoşuma gitmiştir. Bu yüzden bu tarz bir giriş hoş olur diye düşündüm.

Bu yazının burada olmasının sebebi dün evden çıkmak zorunda kalmam ve devamında yolda giderken karşılaştığım olaylar. Eskiden, yani biz çocukken insanlar için televizyonda gördüklerini anlatmak kolaydı. Bunun için ekstra zahmete girmeye veya yeteneğe gerek yoktu. Zaten tv kanalı sayısı topu toplamı 2-3 tane olduğu için herkes muhtemelen aynı şeyi izliyordu. TV 'de görülen komik bir şeyi gelip anlatmak için ekstra bir yeteneğe veya olayın kahramanının karakterine bürünmek gibi atraksiyonlara gerek kalmıyordu. Dün karşılaştığım olayda ise ergen genç, olayı arkadaşına anlatırken garip bir şekilde sınırlarını zorladığı yeteneğiyle anlatmaya çalıştığı olayın kahramanını yaşatma savaşı veriyordu otobüste. Muntazaman, bu konuda yeteneksiz olduğunun farkına varmış olacak ki "olm izlemedin mi, nasıl izlemezsin ya?" diyerek çektiği acıdan kurtulmak istiyordu. Neyse ki bir şekilde anlattı olayı ergen ve kimse gülmedi, herkes hayatına kaldığı yerden devam etti.

Diyeceğim o ki, evvelce yetenek bu kadar değerli bir şey değilmiş.Yetenek yarışmalarının sadece son yıllarda revaçta olduğunu düşünürsek, bu önermeyi doğrulayamasam da destekleyebilirim sanırım.

9 Mart 2011 Çarşamba

"Esnemek Bulaşıcıdır"


Uykumu iyi almış olsam da,olmasam da gün içinde defalarca esnediğim zamanlar olduğunu fark ettim. Esnemek konusunda "kandaki oksijen ve karbondioksit oranını dengelemenin fizyolojik olarak dışa aktarılması" gibi açıklamalar var. Bana göre bu çok basit bir deskriptif yaklaşım olurdu. İşin aslı bunun üzerinde çok uzun zaman önce de düşünmüştüm ama ne zaman olduğunu bile hatırlamıyorum. Bu konuda bir şeyler yazmak içinse daha önce hiç düşünmedim diyebilirim. Daha da doğru konuşmak gerekirse son zamanlarda bu tarz şeyleri düşünecek durumda değilim. Ancak blogspot'un engellenmesinin ardından bir süredir yazamamak canımı hayli sıkmaya başladı ve "dns,tunnel vs ne gerekiyorsa yapıp bir şeyler karalamalıyım" dedim kendi kendime.

Her neyse, insanlar -bebekler, çocuklar, yetişkinler- esner ancak gerçek şu ki kimse bunun nedenini tam olarak bilmez. Çoğu insan sıkıldığında ve yorulduğunda esnediğini düşünür. Neden esnediğimiz konusunda benim de kendi çapımda -herhangi bir bilimsel veriye dayanmadan- yaptığım çıkarımlar/varsayımlar olmuştu elbette. Bunlara girmenin yersiz olduğunu düşünüyorum. Bütün bunların gölgesinde -yine kendi çapımda- yaptığım araştırmalar sonucunda ulaştığım nacizane veriler oldu.

Buna göre; 1987'de Maryland Üniversitesi profesörlerinden Robert Provine,bu fikir üzerinde araştırmalar yapmaya karar vermiş. Bir grup öğrencinin 30 dakika boyunca farklı tür oksijen solumalarını sağlamış ve kaç kez esnediklerini saymış. Sonuç mu? Tüm öğrenciler aynı sayıda esnemiş. Kısacası geleneksel teorimiz kendisini bu araştırmayla çürütmüş oldu. Bu teorinin ayrıca diğer bir çok soruyu da cevaplamakta noksan kaldığını söylemek yersiz olmaz. Mesela, neden bazı hastalıklar insanı daha çok esnetir? Yani ben nezle olduğumda neden daha fazla esnediğimi fark ediyorum veya ne bileyim işte atletizm izlerken yarıştan önce atletlerin ya da bazı futbol maçlarından önce futbolcuların esnediklerine neden şahit oluyoruz? Bunların asıl sebebi nedir? Bütün bunları da geçtim, neden insanlar esneyen birini görünce esnemeye başlar? Grup esnemesi denilen bir mevzu gerçekten var mı acaba? "Yawning is contagious" teorisi ne kadar doğrudur? Herneyse çok soru sordum. Bunların cevaplarını ben çok düşündüm, şimdi oturup da size düşündüklerimi yazacağımı sanmıyorum. Biraz da siz düşünün.

Bir başka araştırma da,"beynimiz çok sıcak olduğu zaman esneriz" argümanıyla karşıma çıktı. Teoriye göre esnemek beyni serinletmenin en basit yollarından biriymiş ki bu sayede beyine oksijen ve serin hava sirkülasyonu sağlanabilirmiş. Ayrıca öğrencilerden, esneyen insanların videolarını izlemeleri istenmiş ve öğrencilerin tepkisel olarak kaç kez esnedikleri hesaplanmış. İşin ilginç olan tarafı ise öğrencilerden, başlarında nispeten soğuk bir şeyler olanlar daha az esnemişler. Beyni serinletmenin diğer bir yolu olarak burnundan nefes alan insanlar ise hiç ama hiç esnememiş.

Kısacası esnemek konusunda bugüne kadar aklıma gelen lakin geldiği gibi giden soruları nispeten gidermiş sayılırım. Şimdi size "bakın araştırdım, öğrendim, nasıl örnek bir adamım" falan edebiyatı yapmıcam elbette. Ancak bu durum beni bir şekilde mutlu etti. Yine de arada "okuyun" derim evlatlarım.

DİPNOT: Videoda heriflerdeki "the dude" havası beni benden aldı.

12 Şubat 2011 Cumartesi

3.Boyut: Çevre Bilincim


İnsanı yaşadığı çevre anlatır sözüne pek katılmam. Sonuçta bir muhitte sadece siz yaşamıyorsunuz. Yaşadığınız bölgede temizlik adına solo takılıyorsanız boşa kürek çekiyorsunuz demektir. Bunun tabi başka bir boyutu da var. Bulunduğun muhitten sorumlu olan belediye, muhtarlık vs. görevini yapmıyor da olabilir.

Ben temizlik konusunda aslında "temiz" ve "pis" insanlar gibi bir ayrımı daha farklı bir açıdan değerlendiriyorum. Mesela bir insanda çevre bilinci varsa, sokakta yürürken elindeki çöpü mümkün mertebe bir çöp bulana kadar elinde taşıyorsa, bu insan çevre bilincine sahiptir kanımca. Öte yandan aynı durumda elindeki çöpü direkt yere atan ve hatta atarken şov yaparcasına envai çeşit şekillerle fırlatanları da görmüş birisi olarak bu ayrımı yapabileceğimi düşünüyorum. Bugün sabah uyanıp ekmek almak için markete giderken yolda önümde bir adam yürüyordu. Cebinden hani şu "draje" denilen şekerlerden çıkardı ve ambalajından çıkarıp şekeri ağzına götürdü.Yolda yürürken genelde 3-5 adım önümdeki insanları geçmeye çalışmak gibi bir eğilimim olmadığından adamla bir süre daha ardışık yürüdük. Bu sırada ambalajı işaret parmağı ve baş parmağıyla iyice yuvarlayan adam bir süre etrafına baktı. Gözleri çöp kutusu aradı ama civarda göremedi. Tam kavşağa geldiğimizde karşıdan karşıya geçerken bir anda ambalajı elinden düşürür gibi attı yere attı. Bana kalırsa adamı diğer "pis adamlardan" ayıran tarafı zekice davranması. Daha da dürüst olmam gerekirse, aynı şeyleri ben de sürekli yaptığımdan, adamı kendine yakın hissetmiş olabilirim.

İşte benim temiz ve pis insan klişesine eklemek istediğim üçüncü bir kategori daha var. Bunun adı da olsa olsa Pis pasif-kreatif olurdu heralde...

NOT: Paylaşacağım şarkının çevreyle vs. ilgisi yok ama o kadar temizlikten bahsettikten sonra aklıma ilk gelen şey "everclear" kelimesi oldu. O halde Everclear 'dan biraz toz pembe bir şarkı paylaşmak en doğrusu...

11 Şubat 2011 Cuma

Keeping The Faith


Kısa zamanlara ihtiyaç duyar bazen insan. Sadece uzaklaşmak için. Kalabalığın, koşturmanın, sistemin, gürültünün, belirsizliklerin ortasında; kalabalıktan, koşturmadan, sistemden, gürültüden, belirsizlikten uzak durmanın en sistemli yoludur, kendinle baş başa kalmak.


"say goodbye to everyone
you have ever known
you are not gonna see them ever again"

9 Şubat 2011 Çarşamba

Gaipten Sesler Korosu


Karşına hikayeler çıkar, okursun. 1 günde hatta 1 dakikada hayatı değişen insanların hikayeleri... Okurken "vay be" dersin ama mevzu kendi hayatına gelince; "yok canım"/"ne alakası var"/"olur mu hiç" dersin, korkarsın adım atmaya düşmemek için. Nihayetinde 1 adım bile öteye gidemeden gelip geçersin bu dünyadan.