20 Aralık 2010 Pazartesi

Yeni Hafta Şarkıları

Yeni haftaya girerken içimde taşıdığım çekip gitme ve kendimi bir süre izole etme duygusunu bana yaşatan bir şarkıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Tatil deyince çoğu insanın aklına gelen deniz, kum, güneş, lüks oteller vs gibi unsurların aksine benim için en iyi tatil yazının resmindeki gibi bir yer olurdu herhalde...

10 Aralık 2010 Cuma

Vakit Askerlik Vakti


Günlerdir beklediğim; gidince nasıl olacak,neler göreceğim diye merak ettiğim konu sonunda nihayetlendi.Askerlik vakti geldi ve bundan sonraki 5 aylık durak Bolu olacak büyük ihtimalle hem de jandarma olarak.

5 ay boyunca da yazı yazamayacağım doğal olarak ama döndüğümde en farklı askerlik anılarını buradan paylaşacağıma eminim.Çünkü en az konuşan erkeklerin bile mevzu askerlik olduğunda saatlerce konuşabileceği hepimizin malumu.Şafak saymalar,manalı askerlik lafları da bana hep uzak gelmiştir.Onları da yaparsam bu işin bir sihri varmış diyeceğim.Ama yinede Bolu Beyine atıp tutmalar,şafak attırmalar,tankların üstünde sert bakışlarla çekilmiş fotolarımı görürseniz anlayış gösterin ve askerlik psikoljisine verin.

Dönüşüm de gidişim gibi hareketli olur umarım.Şimdilik herkese elveda...

7 Aralık 2010 Salı

Yeni Hafta Şarkıları

Yeni bir haftayı bir kenara bırakalım, bazen yeni bir gün, hatta yeni bir saat bile çok şeyi değiştirebiliyor. Bu yeni haftanın bizlere getireceği şeyleri az çok tahmin ediyorum. Bu hafta blogun kurucusu Erdem kardeşimi askere yolcu edeceğimiz haftanın başlangıcı... Yeni hafta için huzur veren, dinlendirici, "Garden State" filminin soundtrack albümünden "Iron & Wine - Such Great Heights" parçasını seçtim. Eminim bu haftayı ve bu şarkıyı asla unutmayacaktır. Bir an evvel git ve gel... Yolun açık olsun kardeşim...

26 Kasım 2010 Cuma

500 Days Of Summer



"Yılın birçok günü aleladedir.Başlar ve biter.Hakkında hiçbir şey hatırlanmaz.Birçok günün,hayatın akışına etkisi yoktur.Tom'un öğrendiği bir şey varsa,o da basit bir günlük olayın üstüne olağanüstü kozmik anlamlar yüklenmemesi gerektiğiydi"

Bu filmden benim aldığım mesajlar bunlardı.Filmin sonunda belki "hemen herkesin hayatında en azından 1 defa yaşamış veya yaşayacak olduğu,aslında sıradan göründüğünü düşünebileceğimiz bir hikayeydi" diyebilirsiniz.Ancak film henüz başlarken tedbirini alıyor ve girişteki notla sizi buna karşı uyarıyor: "This is not a love story,this is a story about love/Bu bir aşk hikayesi değil,aşk hakkında bir hikaye."

Aslında ana konu dışardan bakılınca gayet klişe duruyor ancak filmi çoğu Hollywood romantik-komedi-dram vs türlerinden ayıran yani ise bu klişe üzerine farklı şeyler söylemesi ve hayatın gerçeklerini tokat gibi suratımıza vurması.Filmin sonunda veya ortasında herhangi bir yerinde esas oğlan veya esas kızın sürekli mükemmel bir ilişki yaşadıkları falan yok.Zaten film başlarken aslında hikayenin ne kadar boktan olacağını size sürekli söylüyor film.Baştaki yüzük mevzusuna aldanmayan yoktu heralde.

Filmin kurgusuna da değinmeden edemem.Şahsen bu tarz bir filmde bu kadar iyi bir kurgu gördüğümü hatırlamıyorum.Kurgu,500 gün içerisinde farklı günler seçerek hikayenin hatlarını çok iyi bağlayan bir santral niteliğindeydi.Bu arada filmdeki "expactations and reality" kısmı beni benden aldı.

Son olarak filmin esas kızı Zooey Deschanel (Summer) hakkında bir çift laf söylemezsem rahat edemem.Aradığı adamı bulana kadar birlikte olduğu adamı hacamat eden ve çoğu erkeğin filmin sonunda gıcık yediği bir karakter olmayı başarmıştır.Ben de onlardan biriyim.Her neyse çok konuştum,en kısa zamanda bulup izleyin derim...

22 Kasım 2010 Pazartesi

Yeni Hafta Şarkıları

Yeni bir haftaya başlarken temponun içindeki durağanlığın ete kemiğe bürünmüş halidir bu şarkı.

12 Kasım 2010 Cuma

Mutlu musun Türkiye?


Kpss'de yaşanan skandaldan,skandala adı karışan insanlardan,skandal sonucu hayalleri yıkılan;emekleri çalınan binlerce insanın içine düştüğü durumdan mutlu musunuz...?

Ümraniye Davası(Medyatik adı ile Ergenekon Davası)'nın henüz belli bir yola girememesinden,cezaevine konulan insanların uzun süreler sonunda suçsuz olduğu anlaşılıp ; sen suçsuzsun diyerek serbest bırakılmasından mutlu musunuz...?

Referandum sonunda darbeci zihniyet yargılanacak mesajı verilmesine rağmen ;henüz herhangi bir girişimde bulunulmamasından mutlu musunuz...?

Salı günleri grup toplantılarında siyaset üretmek yerine birbirlerine atıp tutan liderlerden ;ve de onların her dediğine kafa sallayan vekillerden mutlu musunuz...?

Üniversitelerde baş örtüsünü milli mesele haline getiren kitlelerden mutlu musunuz...?

İlkokullara baş örtüsünü sokmaya çalışan bölücülerden mutlu musunuz...?

105 yaşındaki bir insanın üzerinden popülistlik,takımdaşlık yapmaya çalışan Türk spor basınından mutlu musunuz...?

Aynı basının içinde olan sakatlanan bir milli oyuncunun sakatlığını sevgilisi ile yaşamış olabileceği sekse bağlayan;ve onu televiyonlarda konuşturmaya devam eden yöneticilerinden mutlu musunuz...?

Hrant Dink cinayetinde katil zanlısının seneler sonra çocuk olarak yargılanacak olmasından;ve bu boşlukları doğuran Türk Hukuk Sistemi'nden mutlu musunuz...?

Milyonlarca genci kara kara düşündüren ÖSS sisteminden mutlu musunuz...?

Tv dizilerindeki yozlaşmadan,mesaj vermekten uzak dizilerden mutlu musunuz...?

Hayvancılığın önemli bir geçim kaynağı olduğu Türkiye'de kurbanlıkların bile yurtdışından geliyor olmasından mutlu musunuz...?

Tarım ülkesi olan Türkiye'de en temel sebzelerden biri olan domatesin bile artık alınamıyor olmasından mutlu musunuz...?

Aylardan beri askere gidecek ve askerde olan binlerce gencin kafasını karıştıran askerlik meselesinde mevzunun bir türlü çözülememesinden;işin adeta sulandırılmasından mutlu musunuz...?


Kandil'den ,İmralı'dan mesajlar verilirken bunlara çözüm üretemeyen devlet yapısından mutlu musunuz...?

İnsanların adalete ,siyasete güveninin azalmasından mutlu musunuz...?

Etik değerlerin günden güne yok olmasından mutlu musunuz...?

Tüm bunların sonunda bunların düzelebileceğinden,daha huzurlu bir toplum yapısına kavuşabileceğimizden,sosyal ve adil bir hukuk devleti olabileceğimizden UMUTLU MUSUNUZ...?

6 Kasım 2010 Cumartesi

Aşkın Hayatımıza Kattıkları

Aşk... Varlığı ve yokluğunun hayatlarımıza kattıkları ve götürdükleri saymakla bitmeyen bir mevhum.Belki birçok insan daha önce de izlemiştir ama benim her zaman izlemekten keyif aldığım bir kısa film...

"Sometimes all you need is signs"

18 Ekim 2010 Pazartesi

Etik Duygularımız Köreltilirken



Nedir etik duygusu?Neden çok önemlidir?Eskisi kadar önemli mi bu değerli yargı?

Bana kalırsa bir toplumun en olmazsa olmaz öğesidir etik duygusu.Yazılı değildir.Birileri kafasına göre değiştiremez ,etik duygusunu veya toplumdan topluma kalın çizgiler ile farklılıklar göstermez, etik duygusu .Ve de en önemlisi etik duygusu kişinin ahlakına göre gerçek ile yanlışı ayırt edebilme yetisini sağlar ve toplumun temel ahlak düzeyini oluşturur.

Böyle temel misyonlara sahip etik duygusu bana kalırsa.Ama farkındamısınız veya sizde aynı şeyleri hissediyormusunuz bilmiyorum , gittikçe manevi duygulardan,ahlaki ve etik değerlerden kopartılıyoruz.Bu da hayatımızın en önemli parçası konumuna gelen televizyonda verilmek istenenler ile yapılıyor her gün ,her saat.Televizyon olgusu elbette her zaman değer yargılarına hizmet etme misyonu gütmez,tıpkı kar amacı güden diğer türevleri gibi.Ama özellikle ülkemizin son zaman televizyon yayıncılığı sanki duyarsızlaştırma,etik duygusunu köreltme operasyonuna girmiş gibi.


Şiddet,cinsel istismar,bozuk aile yaşamları konulu dizilerin,programların bol olduğu bir televizyon yayıncılığı ile karşı karşıyayız.Elbette ki şiddet eğilimli bir kimseler,bozuk aile yaşamları bu ülkede mevcut değil diyemeyiz.Ancak toplumun aynası da onlar değil.Devamlı bu türden diziler yapmak,bozuk örnekleri her hafta en az 2 saat bir terapi tarzında insanların içine işlemek,maalesef ki etik ve insani değerleri kaybetme noktasına gelmiş bir toplum oluşturmakta.

Bir dizi de evlendiği insanın ailesinden biri ile yasak aşk yaşayan bir insan,diğer dizisinde tecavüzü ile konuşuluyorsa;bir spor programında bir insan seks sözcüğünü defalarca kez tekrarlamaktan çekinmiyorsa,defalarca kez insanların kimliğine,inancına laf etmiş bir insan hala program yapabiliyorsa,henüz lisedeki gençlerin okulda yaşadıkları cinsellikler bir diziye konu oluyorsa ve bu yaşananlar çok ilgi görüyor,bunları yapanlar adeta ödüllendiriliyorsa etik duygularımız köreltiliyor demektir.



Son olarak bir kez daha tekrarlamak istiyorum.Televizyon salt eğitim aracı değildir,ve televizyona günümüz koşullarında zaten böyle bir misyon yüklenemez.Ancak insanların değer yargısını korumak,kollamak kimi kurumların görevi ise bu kurumlarda görevlerini yapmalıdırlar.Çocuklara akşamın belli saatinde bulutların üzerinde hadi yatın mesajı vererek bu olmaz.Gerçek mesaj bu türden yayınlara prim vermemekle olur.Etik duygusunu kaybetmek önce çevre ile başlar sonra da aileye kadar sıçrar.Bu yüzden bireysel olarak da daha duyarlı olmak şart...

11 Ekim 2010 Pazartesi

Yanlızlık Mevsimi



Sonbaharın en kıvamında olduğu günler...Kış gelecek yavaştan bir hüzün hali...Eee, bu şartlar mevcutken şarkıda bu olur artık...Melankolik bünyelere...

Soldu bütün çiçekler
Kuşlar göç etti
Sen gittin gideli
Yalnızlık mevsimi

Yıldılzar yok artık
Güneş çoktan battı
Sen gittin gideli
Yalnızlık mevsimi

Ağlıyorum (senin için)
Ağlıyorum (sana doğru)
Sevgilim (bile bile)
Ağlıyorum ne zaman geleceksin
Sevgilim ağlıyorum

Gözümde kanlı yaşlar
Kalbimde aşk acısı
Yine geldi
Yalnızlık mevsimi

21 Eylül 2010 Salı

Dexter Geliyor...


UYARI: Aşağıdaki yazı fena halde spoiler içermektedir.

Dexter 5.sezonun başlamasına yaklaşık 1 hafta kaldı. Sezon finali olarak piyasadaki dizilere göre bence en ilginç finali de Dexter yaptı. 4.sezonda seri katil olarak farklı bir karakteri kendisine örnek alan ve hem aile babası hem de seri katil olabileceğine inanan Dex, Harry'nin uyarılarına kulak asmadan dürtülerinin peşine düşmüştü. Dexter, sezon finalinde bunun bedelini eşi Rita'yı kaybederek ağır bir şekilde ödedi ki bu da sezon finalinde biz Dexter fanlarına soğuk duş etkisi yaptı. Rita'nın ölmesi bazı erkek hayranları da üzdü diyebiliriz. Zira Rita'yı beğenenlerin ortak görüşü, 3 sezondur dizide olan Rita'nın 4.sezonda ayrı bir güzelleşmeye başladığıydı. Tam güzelleşti derken o da gitti. 3.sezondaki Fransız hatun Lila da kahramanımız Dexter tarafından öldürüldüğünde de, erkek fanlar bir hayli iç çekmişti.

Bu sezonda Dexter'ın, mutlu evliliği olan bir babadan, suç dürtülü bekar bir babaya dönüşümünü izlemek nasıl olur bilinmez ama izlediğimiz trailer'lara bakacak olursak 5.sezonda Rita ihalesi Dexter'ın üstüne kalacak gibi duruyor. İhale kalmasa da en azından şüpheli konumunda olacak Dex. Yapımcılar ve senaristler "sürprizlere açık olun,herşey olabilir" diyorlar. Hal böyle olunca "Rita acaba ölmedi mi?" sorusu geliyor akıllara. Çok az kaldı, umarım beklediğimize değer.

18 Eylül 2010 Cumartesi

The Tourist


Bu tür suç,entrika ve macera konulu filmler her zaman ilgi çekmiştir.İçerisindeki akıl oyunlarıyla izleyicinin hayranlığını kazanan bir film bekliyoruz.Angelina Jolie ve Johnny Depp varken oyuncu kadrosu açısından zaten söylenecek bir söz yok.Jérôme Salle imzalı 2005 yapımı 'Anthony Zimmer'ın yeniden çevrimi olan filmin yönetmeni ise Florian Henckel von Donnersmarck.Ülkemizde 10 Aralık 2010'da gösterime girecek olan bu filmi sabırsızlıkla bekliyorum.

BloXoo ve Twitter Üyeliği




Yazılarımız bundan sonra BloXoo ve Twitter aracılığı ile de yayınlanacaktır.Yeni dönem iyi olur umarım...

REFERANDUM SONU TÜRK SİYASETİ



Referandum sonuçlandı ve Türk seçmeni yüzde 58’lik bir oranla anayasa değişikliği paketini onayladı.Altı çizilmesi ,üzerinde durulması gereken farklı noktalar elbette ki var ;ancak asıl sevindirici durum yüzde halkın yüzde 78’nin referanduma katılmış olması.Bayram ve tatilin ardından halkın ister evet,ister hayır desin duyarlılık gösterip referanduma katılmış olması sevindirici bir durum.

Gelelim referandumun getirdiklerine…

Öncelikle hayır sonucu çıksa idi,şu an Türkiye gündeminde konuşulacak ve tartışılacak ilk konu seçimler olurdu.Ancak muhalefet , diğer sivil toplum kuruluşları ve de hükümet anlaşılan Haziran 2011’i bekleme ,sürecin normal işlemesi noktasında ortak fikirdeler.Her ne kadar Mhp kanadından seçimin hemen yapılması konusunda bir fikir gelse de bu çok da işlerlik kazanacak ve de rağbet görecek bir fikir değildi.Yani mevcut referandum beklentileri sonucunda ortaya çıkan tablo,ülke siyasetinde bir erken seçim rüzgarına neden olmadı.

Referandumun kutuplar oluşturduğu herkesçe malum.Peki bu kutuplar kimlere yaradı ;kimler bu kutuplardan fayda sağlayamadı sorusu da önemli kanaatimce.Tek tek değerlendirmek gerekirse;Akp oluşan kutuplaşmış ortamda kazanan taraf konumunda.Evet oyunun çıkması Akp için zaten önemliydi ve bu gerçekleşti.Ancak bunun yanında referandum sürecinde darbelerin sıkıntılarını çekmiş,darbe zihniyetinin sona ermesinden yana olan Akp’li olmayan fakat muhafazakar seçmen tabiri verilecek insanların oylarını almak çok daha önemliydi ve bu gerçekleşti.Seçim sürecine kadar Akp bu seçmenlerin istekleri doğrultusunda politikalar benimseyerek,kazanılmış bu oyların devamlılığı için çalışacaktır.Yine yargının çeşitli değişikliklere uğrayacak olması fikrini benimsemiş,Akp seçmeni olmayan insanların evet oyunu vermiş olması da Akp için önemli ve yepyeni seçmen potansiyeli demek.Chp açısından ise kaybedilmiş bir durum yok;ancak Kılıçdaroğlu’nun dediği türden bir kazanım da yok.Yani Kılıçdaroğlu’nun Türkiye coğrafyasının bir çok yerini gezmesi ,seçmenlere hitap etmesi çok önemliydi.Bundan önce Chp liderlerinin bir kenara ittiği bölgelerde Kılıçdaroğlu’nun tek tek mitingler yapması,halk ile buluşması ,halkçı zihniyetin tekrardan kazanılması için önemli adımlar.Hatta hayır oylarının çok önemli bir kısmının da Chp oyları olduğu düşünülürse ;Chp önemli bir referandum süreci geçirdi ve başarılı oldu denilebilinir.Ancak Kılıçdaroğlu’nın oy kullanamaması olayı olmamalıydı.Aylar öncesinden basın yoluyla bu kendisine iletilmişti ve Chp’li gençlik kolları,Chp’li kurmaylar genel başkanları Türkiye turunda iken bu basit olayı halletmelilerdi.Mhp ise bu kutuplaşmanın açık ara kaybedeni.Referandum sürecinde tamamen uzlaşmacı olmayan bir tutum sergileyen Mhp,kemikleşmiş seçmenini de kaybetti.Ne olursa olsun ülkücülerin darbelerde çektiği sıkıntıları göz önüne alıp,bu maddelerin pozitif yanları üzerinde durulmalıydı.Ama Mhp bunu yapmadı ve hayırın önemli bir tarafı olmayı seçti.Yerel seçimlerde kazanılmış belediyelerde bile evet oyları ağırlıklı çıktı.Yani taban partinin verdiği mesajları samimi ve geçerli bulmadı.Bu da yetmezmiş gibi referandum sonuçlarının açıklandığı gece erken seçim olmalı sözü,Mhp’nin yanlış politikalar ile ne kadar ivme kaybetmekte olduğunun göstergesi olarak karşımıza çıktı.Bdp açısından ise siyaset üretmemek ,baskıcılık gibi kavramların partinin temel siyaseti olduğu bir kez daha gözler önüne serildi.Boykot kararını benimseyen parti yöneticileri bazı kentlerde istediklerini tam olarak aldılar.Hakkari’de katılımın yüzde 7 ,Van’da 23,D.bakır’da 35 olduğu düşünülürse baskıcı politikanın Bdp adına meyve verdiğini görmekteyiz.Özellikle katılımın sadece yüzde 7 olduğu Hakkari’de devlet ne yazık ki çaresiz kaldı.Bdp bölge bizimdir mesajı verirken ister hayır,ister evet desin halk orada oyunu verebilmeliydi.

Kitle partilerinin referandum kazanımları veya kaybedimleri böyle.Ancak bir önceki yazıda da değindiğimiz gibi kutuplaşma ve oluşan,oluşacak ortamlardan nemalanma durumu siyasetin karanlık yüzü.Kutuplaşma farklılıkların önünü tıkadığı gibi ,siyasetin de her geçen gün halktan uzaklaşmasını sağlamakta.Ama tekrardan belirtmek de fayda var ki halk yani oy verenler de bu durumdan memnun.Ancak anlaşılmayan olay körü körüne eleştirmenin,hakarete varan yaptırımlar içinde olmanın hatta işi adeta mahalle baskısına dönüştürmenin sonucunun kime nasıl yansıdığını görememek.Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu ülke için iyi bir örnekti;fakat anlaşılamadı ve anlaşılmayacak.

Sonuç olarak bu ülke, sivil anayasanın ilk adımlarını attı ve bundan sonraki süreç çoğulcu ve daha kapsamlı bir anayasa değişikliğini beraberinde getirecek.Bunu referandum sürecinde muhalefet ve iktidar dile getirmişti ve inanmak istiyorum ki bu söylemlerinin arkasında duracaklar.Ancak bu anayasa ile ilgili hayır diyenlerin olduğu kadar evet diyenlerin de şüpheleri mevcut.Evet oyunun ülkede her şeyi değiştirmeyeceği açık.Burada önemli olan ülke hukukun demokratik ve kimsenin sultasına girmeden yönetilmesi.Akp yüzde 58 oyu salt olarak seçmeninden almadığını bilmeli ve bunun farkında olarak politikalarını yönlendirmeli.Muhalefet de daha yapıcı olarak ,her şeyi eleştir siyasetinden vazgeçmeli

Bundan sonraki sürecin daha demokratik bir Türkiye getirmesi dileğiyle…

1 Eylül 2010 Çarşamba

REFERANDUM EŞİĞİNDEKİ ÜLKE



Türkiye uzun zamandır tartışılan ve farklı kesimlerin farklı beklentilerinin olduğu referandum sürecinin son günlerinde artık.Maalesef ki en başından bu güne kadar referandum süreci politik yarış haline dönüştürüldü ve sonucunda halkın dahil olacağı bir anayasa değişikliği gerçek hatları ile incelenemedi.Aslında inceletilmedi demek de mümkün .Çünkü siyasal iktidar,muhalefet hatta meclis dışındakiler bu referandumu sivil anayasanın değişmesi olarak görmekten çok uzaklar.Hali hazırda herkes, referandum sonucunda oluşacak yapıdan nemalanma ,oluşacak ortam sonucunda kendi çıkarlarını rahatça sürdürebilmenin peşinde.

Bundan önceki yazılarda da belirttiğimiz üzere anayasanın sivilleşmesi ,halkın demokratik bir anayasa üzerinden yönetilmesi gerçekten çok ama çok önemli.Çünkü eğer ki demokrasiye inanıyor ve öyle yönetilmek istiyorsak bu şekilde bir anayasa değişikliği hepimizi heyecanlandırmalı.Ancak sürecin başından bu güne kadar anayasa değişikliği tasarısı siyasal rekabete dönüştü.Daha olayın henüz başında yani mecliste bu paketin görüşülmeye başlandığı günlerde paket tartışılma olmadan reddedilmeye çalışıldı.Ne olursa olsun paketin mecliste görüşülmesinden kaçmak,görüşmelere toplu olarak katılmamak demokrasi anlayışı ile uyuşmamakta.Halkın iradesi doğrultusunda milletvekili sayısına bakılmadan paket tartışılmalı idi ;ancak bu olmadı.

Muhalefetin güçlü kanadında durum böyleyken iktidar kanadı da anlaşılmaz tavırlar içinde maalesef.Hemen hemen her gün ülkenin farklı kesimlerinde kamu personelinin evet kampanyası içine sokulduğunun haberleri gelirken ,hayırlı ramazanlar sloganlarının üstünün örtülmeyi çalışılması yanlış bile değil çok ama çok çocukça.Diğer kesimlerinde kampanyalar yaparak taraf olma çabasını düşündüğümüzde işin ne kadar yanlış boyutlarda seyrettiğini izliyoruz ne yazık ki.

Süreç maalesef ki kötü bir şekilde başladı ve aynı şekilde devam etmekte.Ancak bu yaşanan süreçte çuvaldızı biraz olsun kendimize batırmakta fayda var.Halk olarak maddeler üzerinde ne kadar duruyoruz ki?Zaten kutuplaşmış ortamda taraf değil miyiz?İktidar yaptıysa bildiği vardır veya iktidar yaptıysa muhakkak karşı çıkmalıyız ayrımlarının tam ortasında değil miyiz?Karar alacak olan bizler meydanları doldururken içi boş söylem ve atışmalardan haz almıyor muyuz ki?Üzüntü verici ama bu soruların tamamının cevabı evet.Halk da kazanacaklarından veya değişecek hukuki ,sosyal ortamdan çok da haberdar değil.

Sonuç olarak maddelerin yoğun bir şekilde tartışıldığı bir süreç ve daha kapsamlı bir anayasa değişikliğini oylasa idik;çok daha iyi bir referandum atmosferinde olacaktık.Ancak evet-hayır oyununun içindeyiz şu an.Ne olursa olsun umarım bu maddeler bilerek ve düşünülerek taraf olmadan kararlar verilir ve referandum ülke tarihinde önemli bir dönüm noktası olur,daha demokratik bir Türkiye’den söz ederiz.

ERDEM ÇETİN

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Albüm Tanıtımı: Deja Vu - Sinir Ötesi Operasyon



Deja Vu Mart ayında çıkan “Sinir Ötesi Operasyon” isimli albümüyle yine tarzından ödün vermediğini gösterdi bizlere.”Kendin Coş” albümlerindeki enerjiyi,sosyal mesajlarını ve eğlenceli sound’unu bu albümde de koruyan Deja Vu bu albümde daha oturmuş bir sound ve daha güçlü şarkı sözleriyle karşımızda.

Deja Vu Efes Dark Roxy Müzik günlerinde “Kendin Coş” isimli parçalarıyla büyük çıkış yakalamıştı.Bunun öncesinde 1999 yılından itibaren Cenk Sönmez önderliğindeki grup yine kendine has üslubu ve sound’uyla birçok parçayı coverlayarak ve kendine bestelerini çalarak Ankara’da yerel bir üne sahip olan Deja Vu,bu yarışmayla yurt geneline sesini duyurmuştu.2005’te ellerindeki besteleri “Kendin Coş” albümüne koymuşlar ve özellikle Dream TV’nin katkılarıyla inanılmaz bir çıkış yakalamışlardı.

Ve “Sinir Ötesi Operasyon”

Kendin Coş albümünden sonra 2007’de “Aşk Nereye Kadar” isimli single parçalarını internet üzerinden hayranlarıyla paylaşan Deja Vu, 2009 yılı Mart ayına gelindiğinde beklenen albümlerini piyasaya sürdü.Albümün ilk video klibi ise “Sahte Gözyaşı” isimli parçaya çekildi.

Bu albümde aşk,ihanet,sistem,hayat ve sosyal konular üzerine sözlerin olduğu şarkılar bulunuyor.Albüm “Sistem” isimli parçayla bizleri karşılıyor.İlk andan itibaren bu şarkının enerjisine kapılıyorsunuz,parçada sisteme olan öfkeden kaynaklı bir enerji hissediyorsunuz ve eğer sistemle probleminiz varsa parça inanılmaz gaz yaratıyor diyebilirim.İkinci parça “Sahte Gözyaşı” ise aşk ve ihaneti anlatan oldukça eğlenceli bir video klibe sahip bir parça.Tüm şarkılar oldukça kaliteli ama kapanış parçası “Yıldızlar” da mutlaka dinlenmeli.Bana kalırsa albümdeki tüm parçalar hit niteliğinde ama benin favorilerim albüm sırasına göre şunlar: “Sistem,Sahte Gözyaşı,Düzenbaz,Dertlerin Efendisi,Veryansın,Yıldızlar”.Özellikle Dertlerin Efendisi büyük hit olacak.

BURAK KERECİ

Deja-Vu - Sahte Gözyaşı

22 Haziran 2010 Salı

ASIL ŞİMDİ GÜÇLÜ DURMA ZAMANI

Terör olaylarının içimizi yaktığı günlerden geçiyoruz.Daha da acısı çok önceden yaz aylarında terör olaylarının artacağını bilerek bu olayları yaşıyoruz.Verdiğimiz şehitler ve geride kalan ailelerin çaresiz durumlarını görmek ise çok ama çok zor hepimiz için.

Ancak terör bu sefer daha farklı ve boyut değiştirmiş durumda.Terör bu sefer kalıplarından çıkma ve bölgede söz sahibi olma hedefindeki Türkiye’nin karşısında.Bundan önce potansiyeli olan ;ancak kullanmaya cesaret edemeyen terör ile sindirilmiş Türkiye vardı.Ve de güç sahipleri bunu çok iyi kullanmaktaydı.Her atılım başlangıcında AB üyeliği tehdidi,IMF baskısı,ABD müttefikliğinde zarar görmekten korkan bir Türkiye olurdu.İçerde ise klasik senaryolar sergilenip dururdu.Terörün hortlaması ,dış desteksiz ülkenin ekonomisinin bozulması ve etnik gruplarımız arasında sorunlar çıkartılması senaryoları ile hep gözümüz korkutulmak istendi duruldu.

İşte şu an o durumlardan farklı ve ilk tanımda bir Türkiye var.Ortada bir gerçek var ki o da Türkiye artık bölgesinde söz sahibi ve yaptıkları ile yol gösterecek bir ülke konumunda.AB ile ilişkilerinde daha gerçekçi tutumlar sergileyen,IMF ile anlaşmasını bitirebilen,dünyanın yükselen ekonomileri arasına girebilen Türkiye son olarak Brezilya ve İran ile yaptığı anlaşma ile bu durumunu pekiştirdi.Dikkat edelim ki ve görelim ki Türkiye sadece bölgede değil çok farklı coğrafyalarda bile sözü dinlenen ,arabuluculuk misyonuna layık görülebilen bir ülke.Bunun dışarıdan da böyle görüldüğü açık .Örneğin geçen günlerde Financial Times ,hazırladığı Türkiye raporunda ;Türkiye’nin yükselen ekonomisi ve yürüttüğü politikaları ile AB ve ABD eksenli mahkum politikasından kurtulduğunu ve artık çok daha aktif ve geçerli bir dış politika yürüttüğünü dile getirerek Türkiye’nin çıkışından bahsetmiştir.

Son gelişmelere baktığımızda ise İsrail ile gerilimli politika daha sağduyulu bir eksende götürülebilinirdi diye düşünüyorum.Ancak maalesef ki olay çok farklı yerlere çekilmiş durumda.Evet,soruna daha farklı yaklaşımlar sergilenebilinirdi;ancak ve maalesef ki basınımız neredeyse İsrail’i haklı çıkartacak yaklaşımlar sergiledi.Aynı olayı BM’de İran ile ilgili alınan kararda da gördük.Yıllardır ABD politikasına sözcülük yapmış BM’de ABD ile aynı yönde karar almadık diye Türkiye en başta kendi basınınca eleştirildi.

Maalesef ki aynı olayı şu an terör olaylarında da yaşıyoruz.Terörün bugünkü hali tamamen dış politikadaki çıkışa karşıdır.İsrail ve ABD bazı olayların diyetini isteyebilir.Ancak burada öncelikle iç dinamiklerimizce güçlü olmalıyız.Bundan önceki demokratik açılım yazısında açılımın maalesef ki yanlış bir çizgide start aldığını söylemiştim.İlerleyen zamanlarda açılım daha da karmaşık bir hal aldı.Ancak şu an en son yapılacak şey;açılımın bitirilmeye çalışılmasıdır.Bölge insanı bu yaşananların sorumlusu değildir.Açılımın karşısında duran terör örgütü ve siyasi uzantısının isteği açılımın bitmesidir ki;bu oyuna gelinmemelidir.Bir diğer önemli konu da OHAL isteğidir .Cumhuriyetin ilk yıllarında beri sıkıntı yaşamış İstiklal Mahkemeleri ile,OHAL’ler ile,sıkıyönetimler ile yönetilmiş Doğu halkına yapılacak en kötü şey tekrardan bu süreçleri yaşatmaktır.

Burada asıl yapılması gereken durum;bu zor günlerde iç dinamikleri güçlü bir ülke olduğumuzu kanıtlamaktır.TSK ve siyasi iktidarı her fırsatta eleştirmek ,aşağılayacı ve karalayacı yayınlar yapmak inanın ki sadece oyunu oynayanlara fayda sağlar.Şehitlerimizi ve onların ailelerinin acısını dakikalarca göstermek ve bu olayı iç faktörlere bağlamak ,teröristlere hizmetten başka bir şey değildir.Çünkü unutmamak gerekir ki terör yaşattığı tahribatlar ile insanlara korku salma etkinliğidir,ayrıca.Güçlü bir Türkiye bağımsız politikalar izlemekten geçer.O yüzden dış baskılar bizi yıldırmamalı ,kenetlendirmelidir.İşte bu yüzden asıl şimdi güçlü durma zamanı….

1 Haziran 2010 Salı

VAHŞETİN DİĞER ADI:İSRAİL

Amaçları sadece Gazze’de ki zor durumda olan insanlara yardım götürmekti.Götürecekleri oyuncuklar ile,yiyecekler ile zor durumdaki insanlara yeni bir umut olacaklardı.Kısacası hayatı çok daha zor şartlarda yaşayan insanlara ışık olacaklardı.

Başta Türkiye vardı bu filoda.32 ülke bu filoya destek veriyordu.İsrail’in zulmü sadece Müslüman halkların canını yakmamıştı.İçinde insanlık adına ufacık bir kıpırtı olan her insan bu vahşete sessiz kalamazdı zaten.Ve birkaç gün önce İsrail’in vahşetini gösterdiği Filistinlilere yardım için yola koyuldular.Ancak İsrail acımasızca bu gemiye saldırdı.İnsanların üzerine kurşun yağdırdı.Amaçları sadece yardım olan insanları acımasızca öldürdüler.Bu vahşet tarihe kara bir leke olarak geçecek.Bu kadar insanlıktan çıkmış toplumun bireyleri artık durmalı.Dünya bu kadarı da olamaz olmamalı demeli.

Tüm bunlar maalesef insan olarak katlanamadığımız,yeter artık dediğimiz durumlar.Ancak bu olay farklı ifadeler de içermekte.

Öncelikle ,bu filo sadece Türklerden oluşan bir filo değil.Yani bu saldırı yapıldıysa,bu salt Türkiye’ye yapılmış bir saldırı değil.Eğer Türkiye bu olayı direk sahiplenirse ;Nato’nun 5.maddesi ve BM’nin 51. maddesi devreye girer.Ve de bu maddeler gereğince Türkiye yaptırımlar uygulama hakkına sahiptir.

Ayrıca burada maalesef ki olayı dikkatli yorumlayamama ve önemsememe vardır.Çünkü İsrail bu filoya bir tepki koyacağını önceden belirtmişti.Saldırıdan bir gün önce bu gemilerin güzergahı ile ilgili sert açıklamalar yapıldığında olay maalesef ki ciddiye alınmamıştır.Bu saldırının yapılacağı neredeyse aşikar durumdayken;gemiler takip ettirilmemiştir.

Sonuç olarak insani yardım götüren bir gemiye askeri bir karşılık varmışçasına saldırı da bulunulmuştur.Uluslararası sularda durdurulması bile yanlış olan gemilere terörist bir saldırı da bulunulmuştur.BM bir kez daha ayaklar altında çiğnenen bir kurum olmuştur.Çünkü bu gemide 32 ülkenin insanı vardı.Dünya artık bu oyuna sessiz kalmamalı ve gereken her türlü tepki verilmeli,İsrail’e ciddi yaptırımlar uygulanmalıdır.

ERDEM ÇETİN

12 Mayıs 2010 Çarşamba

FARKLI NOKTALARI İLE DENİZ BAYKAL HADİSESİ

Türkiye son iki gündür Deniz Baykal’ı konuşuyor.Siyasi tarihimizde ilk kez şahit olmadığımız bir durum olsa da;Deniz Baykal’ın yaşadığı diğer olaylardan farklı ve diğer yaşanmışların çok üstünde.Türk siyasi hayatının çok ama çok önemli bir figürü olan Deniz Baykal ,sekiz sene önce yaşadığı hadisenin şu an ortaya çıkması dolayısıyla düzenlediği basın toplantısı ile kendisine komplo düzenlenmiş olduğunu söyleyerek istifa etti.Evet,bir komplo var ortada çünkü;işin içinde özel hayata gerçek anlamda bir müdahale söz konusu.Ancak altını kesin olarak çizmemiz gereken bir durum var ki; o da bu yaşananların gerçek bir skandal olduğudur.Ortada basit çapkınlık hikayesi yoktur;çünkü.Baykal ilişkiye girdiği bayanı yani Nesrin Baytok’u bu olaydan sonra milletvekili yapmıştır.Hatta kocasının dahi bu olayın içinde olduğu gündemde.Bu da başta da değindiğimiz gibi bu olayı diğer tüm yaşanmışların üstünde yapmıştır.

BASIN TOPLANTISINDAN SÖYLEMLER
Deniz Baykal’ın istifa ettiği toplantıda verdiği önemli mesajlar vardı.Öncelikle komployu kendisine kuranların ,hükümet yetkisi olmadan bunu yapamayacağını ;dolayısıyla da komplonun içinde hükümetin olduğunu söyledi.Geçen iki günlük süreçte hükümet kanadından bu olaya karşı somut bir tepki gelmedi.Ortada ciddi bir suçlama olduğunu düşünürsek;bu olayın ortaya çıkartılması temiz siyaset adına hükümetin de görevidir.Deniz Baykal’ın bundan önceki suçlamalarda veya hükümet ile ters düştüğü durumlarda sergilediği dik duruşun olmaması,olayı yapmadım dememesi bir anlamda olayın kabullenildiğinin göstergesidir.
Toplantıda değinilen diğer önemli hususta Pennsylvania’ya gönderilen teşekkürdü.Bu teşekkür bir hedef gösterme mi yoksa yeni oluşumlar için destek arayışımıydı?Bunun da cevabı tarafların ağzından kesin ifadeler çıkmadıkça bir muallak olarak karşımızda duracak.

CHP’NİN BUNDAN SONRASI
Yaklaşık on gün sonra kongre heyecanı yaşayacak olan CHP’de böyle bir istifa elbette ki beklenmiyordu.Baykal’ın istifası sonrası gelişen süreçte ,partiye yeni dönemde başkanlık edebilecek isimler ortaya atılmış durumda.Baykal’ın tekrardan dönebilme ihtimaline karşı,muhalif kanadın temsilcisi Haluk Koç,partinin aynı politikalar ile devamını sağlayacak,yapıyı bozmayacak fakat çok tartışılan bir isim olan Önder Sav,İstanbul’da başarılı bir seçim dönemi geçirmiş Gürsel Tekin ve de son olarak yolsuzlukların üstüne gitmesi ile parti içindeki değerini arttırmış ;parti içi dinamikleri hareketlendirebilecek Kemal Kılıçdaroğlu yeni dönem için ön plana çıkmış isimler olarak gözükmekte.Farklı isimler ön plana çıkmış,farklı görüşler ortaya atılmış olsa da Kılıçdaroğlu ismi diğer adayların önünde gibi duruyor.Ancak burada kimin geleceğinden çok ,gelen kişinin Baykal’ın etkisinde bir siyaseti sürdürüp sürdüremeyeceği önemli.Yeni dönemin başkanının statükoculuktan çıkması,yeni açılımlara açık olabilmesi,halkın dinamiklerine göre politikalar belirlemesi gerekli ve önemli olan.

BAYKAL İLE DEVAM FİKRİNDEKİLER
Bir önceki bölümde ortaya atılan isimlerin kongre sonrasındaki başkanlıkları ,Baykal’ın istifa kararından dönüp dönmemesine bağlı.Ancak tekrardan dönüş olursa ; bu dönüş beraberinde büyük olumsuzlukları getirir.Ana muhalefetten ötesini görememiş,farklı ideolojilere hiçbir zaman hitap edememiş ,yetmiş dört yaşında ,siyasette yüzü çok ama çok eskimiş bir lider Baykal.Ve de bundan sonraki süreçte bu skandal her zaman karşısına çıkacak,devam etmesi halinde.Bu da hem kendisine hem de partisine zarar verecek.

Ancak tüm bu gerçeklere rağmen Baykal’ın geri dönmesi için açlık grevine gidilmiş durumda.Atatürk’ün ,İsmet İnönü’nün,Ecevit’in liderliğini yapmış olduğu ,gelenekleri olan ülkenin en köklü partisinin ,Baykal’ın tekelinde bir partiymiş gibi bir duruma sokulmasını;onun tek çareymiş gibi gösterilmesini en başta partililer kabul etmemeli.Mevcut siyasi düzende solun tek partisi konumundaki CHP yepyeni vizyon ile yönetebilinecek bir partidir.Ve de kimsenin tekelinde olamayacağı tezini kanıtlamak en başta partililerin görevidir.Skandala adı karışmış başkanlarını geri döndürme ,bu yüzden onlara hiçbir şey kazandırmaz.Aksine kayıpları da beraberinde getirir.

İSTİFA SONRASI OLUŞABİLECEK SİYASİ KONJONKTÜR
Sonuç itibariyle bu istifa siyasi konjonktürü değiştirebilecek bir istifadır.CHP kongresini yepyeni bir vizyon ile yapar;yani gelecek başkan farklı kesimlere,farklı ideolojik yaklaşımlarla seslenebilirse siyasi düzen çok farklı bir boyut alır.Olumlu hava dengeleri rahatlıkla değiştirebilir.Ancak Baykal’ın geri dönüşü olursa;bu olayda kaybeden kesinlikle CHP olur.Türk halkı skandala ismi karışmış bir lidere olumlu yaklaşmaz.

Bakalım önümüzdeki süreç bizlere neler gösterecek?...

ERDEM ÇETİN

28 Nisan 2010 Çarşamba

SPORCUYA VERİLEN DEĞER

Muş’ta ki atletlerin çaresizlikler içinde kazandığı başarılar ile ilgili haber ; okuyanları şaşırtmasa da üzmüştür.Haberde gerçek bir başarı hikayesi anlatılırken ülkemize önümüzdeki senelerde çok önemli başarılar kazandırabilecek gençlerin neden küçük yaşlarda başarıyı yakalayıp ondan sonra bu olayı götüremedikleri de ortaya çıkmaktadır.

Haberin içeriğinde Muş Rekabet Lisesi’nde okuyan genç atletlerin hem erkek,hem kız takımı olarak Türkiye birincisi olduğu ve bunu katılacakları Dünya Kupası’nda taçlandırmak istedikleri vardı.Bunu yaparken de Dünya’da hiçbir ülkenin kazanamadığı bir başarıyı gerçekleştirmek istediklerini söylüyorlardı.Ama bu kadar önemli hedefleri olan bu atletler maddi imkansızlıklar yüzünden Türkiye’de ki koşulara lastik ayakkabılarla başlamışlardı.Hatta birçok zaman antrenmanlarını yırtık ayakkabılarla yapmışlardı.Bu haberin içeriği Türkiye’de spora ve sporcuya verilen değerin açık örneği maalesef.Hep tartışılır ya;neden bu kadar kalabalık nüfus içinde atletler çıkmaz ?Veya neden devşirme atletler ile atletizm başarıları kovalanır?Ya da bu güne kadar bu ülkeye en büyük atletizm başarılarını kazandırmış atlet olan Süreyya Ayhan ,neden atletizmi bırakmanın eşiğindedir diye?

Tüm bu soruların cevabı aynı nedenlerden aslında.Ülkemizde maalesef sporcu yetiştirme kültürü yok.Yetişen sporcuların devamlılığını sağlayacak organizasyonlar ise; sporu yönetenlerin aklından dahi geçmiyor.Muş’ta ki olay aslında bu ülkenin sporcularının kaderi.Aynı örneği diğer branşlarda da yaşıyoruz.Bu kadar kalabalık ve genç nüfus sporcu yetiştirmiyor değil.Ancak Muş’ta ki örnek bize her şeyi anlatmakta.Bu çocuklar içlerindeki heyecan ile şu an atletizme devam ediyorlar.Ancak hayatlarının yol ayrımında; bu çocuklar gelecek planlarını yaparken sporu düşünebilirler mi?Maddi sorunları bir kenara itip atletizme ne kadar devam edebilirler?Elbette ki edemezler ve bugün başarıdan başarıya koşan bu gençler spordan mecburen koparlar.

Spor bir ülkenin aynasıdır.Sporla uğraşan gençlerin bol olduğu bir ülkede kültür seviyesi değişir ve hayata bakış farklılaşır.Ülke sporunu yönetenler belki bunun farkında değil ancak;tüm dünya bunun farkında.Ülkeler bu yaşlardaki sporculara gelecek hazırlamakta ve sporcuların hayatlarının geri kalanını garanti etmekte.Çünkü sporcu yetiştirmek ,sporcunun ülkesine kazandıracağı başarılar onlar için çok önemli.Ülkemizde de artık bu durum değişmeli.Başta Muş’ta ki sporcular olmak üzere Anadolu’da ki tüm değerlere sahip çıkılmalı.Spor Bakanlığı kurmak ,Olimpiyat düzenlemeye talip olmak bir ülkenin sporuna sahip çıkmak değildir.Önemli olan bu ülkeye sporcu yetiştirmek ve o sporculara gelecek verebilmektir.

ERDEM ÇETİN

8 Nisan 2010 Perşembe

Dinlemeden Geçmeyin: Post Rock

Öyle bir tınılar kervanı ki alıp götürüyor, yerden yere vuruyor, ciğerinize çekince yakıyor, belki de acı veriyor kimi zaman. Ancak acıtmıyor post rock. Bu tarz insanı düşünmeye sevk ediyor, ne yaptım ben dedirten, hayat amacınızı, hayallerinizi, geleceğinizi ve geçmişinizi hatta ve hatta var oluşunuzu bile sorgulatabilen bir tarz. Benim için sürreal, hayal ürünü bir müzik. Müzisyenleri de hayal kahramanlarım. Onlar bu dünyadan değiller. Onlar bu gezegene ait değiller, yaptıkları müzikle bana bu mesajı veriyorlar. Tarzın avangardlığı belki de çekici geliyor insana. Her zaman yapılmamışın, denenmemişin peşinde olan biz insanlar için albenisi yüksek olan bir müzik türüdür ve reddedilecek bir teklif değil.

O kadar doğal bir melodi silsilesi ki deneysel ve doğaçlama bir tarz olduğunu düşünmek istemiyorum bazen. Çünkü her notada sanki bir yaşanmışlık ve yaşanacaklık var. Herkes hayatından bir kesiti, bir parça ile bütünleştirebilir. Hayatın fon müziği olur denilen şarkılar vardır ya hani. İşte post-rock'ta bu şarkılar mevcut. Parçaların anlamsız gelmesi dinleyenin yüzeysel düşünce yapısıyla alakalıdır. Tüm janrı depresif bulmak da yüzeyselliktir. En derin, en depresif tınılar da bile mutluluk anlatılabilir, işte böyle bir şeydir,nereye çekersen oraya götürebileceğiniz bir sevgilidir post rock...


Tavsiye ettiklerim; Worrytrain, The Caspian, This Is Your Captain Speaking, You May Die In The Desert, Youth Pictures Of Florence Henderson, The Pirate Ship Quintet, Trans Am,  Not To Reason Why, Souvenirs Young America, Precious Fathers, Gregor Samsa, And So I Watch You From Afar

Örnek sunalım...

7 Nisan 2010 Çarşamba

NASIL BİR SÜREÇTEN GEÇİYORUZ 5

Nasıl bir süreçten geçiyoruz yazılarının beşincisi ile bu satırlardayız.Bu yazıyı önceden takip edenler, bu satırlarda yoğun ve değişen gündem maddelerine şahit olmuşlardır.Ancak bu ayki gündemimiz ,diğer aylara göre nispeten daha az değişkenlik göstermekte ve geçmiş ayın gündem maddelerini taşımakta.

Evet ,geçen hatta daha önceki ayların gündem maddesi olan anayasa değişikliği bu ayın en önemli maddesi.Anayasanın değişmesi gerektiğini bundan önceki aylarda sıkça vurgulamıştık.Aslında 1982 yılındaki anayasa birçok maddesiyle değişmiş durumda ;ama burada önemli olan nokta, daha demokratik ve adil yani hukukun gereklerine uygun bir anayasanın gerekliliği.Değişimin temelinde bunlar olmalı.Ancak yaşananlar ne yazık ki akıllarda soru işaretleri bırakmakta.Ana muhalefet, önceden bunun iktidar anayasası olacağını belirtirken ;gelişen süreçte yirmi dört maddeye evet derken üç madde olmaz demekte.Yani bir fikir değişikliği söz konusu.Ayrıca 21 Ekim’de halka gidecek referandum süreci ile de tartışmalar tam gaz sürmekte.Acele olduğunu söyleyenler,şartlı onay verenler,kayıtsız savunanlar,kesinlikle karşı çıkanlar derken halkın kafası da bir hayli karışmış durumda.Bir sivil anayasa bu kadar ucu açık tartışılmamalı.

ABD’nin Temsilciler Meclisi’nde kabul ettiği Ermeni iddialarına dair yasa tasarısı sonucu sıkıntılı günler yaşanmıştı,Türk diplomasisinde.Namık Tan geri çağrılmış ve karar kınanmıştı.Ve beklenen üzere önemli mesajların verildiği açıklanıp ,büyükelçi tekrardan görevine döndü.Aslında bu tip olaylar sıkça yaşanmaya başlandı.Sonucu belli olan olaylar bir kurgunun örneği gibi sergilenip,durulmakta.Burada kesinlikle haksız olan taraf ABD’dir.Çözüm üretmekten uzak tutumları maalesef sürüp gitmekte.

Dünya gündemine dahi girmiş Balyoz Operasyonu’nda gözaltı süreci devam ederken ,savcılar değişmiş durumda.Dinleme olayları sonucu ifadeler,göz altılar,tutuklamalar yani tam bir keşmekeş gündemim maddeleri konumunda.Bu olaylar uzadıkça kanaatimce,hedefe yakınlaşmak,gerçekleri ortaya çıkarmak yerine ; hedeften sapılmakta.

Gündemi diğer maddesi de anti-demokratik hareketlerin görüldüğü CHP Van mitingiydi.Siyasetin kirli yüzü CHP’nin Van mitinginde ortaya çıktı,maalesef.Yumurtalı ,taşlı saldırıda bu olayı yapanların AKP il örgütü üyeleri;hatta eski bakan Çelik’in akrabaları olduğu ortaya çıktı.AKP bu olayları hiçbir şekilde savunmamalı ve suçlulara cezasını kesinlikle vermeli.

Son olarak Fransa’da olan Erdoğan bugünkü konuşmasında İsrail’in çözümsüzlüğün tarafı olduğunu söylerken;BM zirvesinde tartışılacak olan İran’la çok eski dost ve enerji işbirliği içinde olunduğunun altını çizerken İran’ın Türkiye için önemini vurguladı.Yani Ortadoğu politikasının hatlarında değişme olamayacağını vurguladı.

Aylık gündemde ön plana çıkan maddeler bunlardı.bu ay için.Çok kutuplu ,ayrı fikirlerin olduğu anayasa değişikliği paketinde ortak yollar bulunmalı.Siyasi çıkarlar bir tarafa atılmalı.Bunlar birçok vatandaşın fikri; ancak realite ne yazık ki böyle durum olamayacaktır.Çünkü siyasetin o köhne ,statükocu yüzü burada ortaya çıkacaktır.
ERDEM ÇETİN

2 Nisan 2010 Cuma

HAYAT BU İŞTE

Mersin’de bir köyde çobanlık yapan ilkokul mezunu 24 yaşındaki çoban Ahmet Kaplan, kasabaya indiğinde kiloyla satın aldığı gazeteler arasında bulduğu Hürriyet’in e-Yaşam ekini sayesinde büyük holdinglerden birinde danışman olarak çalışma fırsatını yakaladı. Ahmet Kaplan, yakında bu holdingde ‘fütürist’ (gelecek bilimci, geleceğe yönelik tahminler yapan, ürünler tasarlayan kişi) olarak işe başlayacak.

Haberin özeti kısaca bu ama haberin içinde yaşananlar büyük bir peri masalı niteliğinde.Düşünsenize bir…Mersin’de çobanlık yapan bir insan…Hemen hemen bütün imkanlardan yoksun hayatında…Ancak ümitli hayata dair ve ideallerinin peşinde…

Hikaye çok etkileyici.Mersin’de hayatını çobanlık yapan sürdüren Ahmet Kaplan ayda bir fırsatını bulup internet kafeye gidebilirken kendisini zor şartlarda hayata bağlayan ,dünyadan kopmamasını sağlayan tek teknoloji aracı radyosu imiş. Eski gazeteleri kilo ile satın alıp okuyan Ahmet Kaplan günün birinde fütürist Alphan Manas’ın yazısını okumuş ve hayatı o andan itibaren değişmiş.Bu yazıdan sonra kendinin de fütürist olabileceğini düşünen Kaplan,Alphan Manas’a cesaretini toplayıp mail atmış.Ve kendisinin de çalışmalarda katkısı olup olamayacağını utana sıkıla yazmış.Önce bunun şaka olduğunu düşünen Manas,araştırmalar sonucu köyün muhtarı ile irtibata geçip bu mailin şaka olmadığını teyit etmiş.Ardında çoban Ahmet İstanbul’a davet edilmiş ve toplantılara katılmış.Şimdilerde ise önemli bir şirketin yaratıcı bünyesinde önemli bir pozisyonda işe başlama pozisyonunda,ve yaratıcılığı analizleri gıpta ile seyredilmekte…

Gerçekten bir peri masalı Ahmet Kaplan’ın yaşadıkları.Ancak peri masalı bile olsa inanç ve yaratıcılık bu hikayede kahramanın olmazsa olmazları.Şartların zorluğuna ,imkanların yetersizliğine bakılmadan inanmak ve de bilgiye olan açlık herkese ders olacak nitelikte.Belki bir çok insan çobanın yerinde olmak isteyecek;ancak girişimci olmak ve yaratıcılık çok ama çok ayrı meziyetler.Belki de o liderini yani hayatta yol gösterecek insanını buldu.Yani şansı ona bu büyük fırsatı tanıdı.Ama unutulmaması gereken şu ki ;şansımızın bile peşinde koşmalıyız ve hayata farklı bakabilmeliyiz.

ERDEM ÇETİN

ÖSS STRESİ VE YAŞATTIKLARI

BEN BOŞ BİR ADAM MIYIM ?
BEN BOŞ BİR ADAM MIYIM ACABA ?BU SORUYU BELKİ KENDİME YÜZLERCE KEZ SORDUM. HER SEFERİNDE KENDİME BAŞKA BAŞKA ŞEYLER İTİRAF ETTİM. BAZEN YAPTIĞIM HATALAR GÖZÜMÜN ÖNÜNE GELDİ ,BAZEN YAPTIGIM İYİLİKLER. AMA HALA O SORUDAN VAZGEÇEMEDİM. ACABA BEN GERCEKTEN BOŞ MUYUM?

BAZEN KENDİ KENDİME AYNADA YÜZÜME BAKIYORUM EVET DISARDAN NORMAL GİBİ GÖRÜNÜYORUM.BAZEN İNSANLARDAN ÇOK FAZLA İYİ OLDUGUMU BAZEN İSE GERÇEKTEN NORMAL İNSAN OLAMAYACAK KADAR KÖTÜ OLDUĞUMU GÖRÜYORUM. BUNUN NEDENİNİ DE HALA BULAMADIM.BU GÜNLERDE KAFAMDA O KADAR ÇOK ŞEY VAR Kİ. SON GÜNLERDE ÖZELLİKLE ÖSS SONUCU ACKILANDIKTAN SONRA KAFAMDAKİ BİLGİLER ALLAK BULLAK OLDU.KENDİMİ DÜMENSİZ BİR GEMİYE BENZETİYORUM SADECE YELKENLERİM VAR VE SADECE RÜZGAR BENİ NEREYE GÖTÜRÜRSE ORAYA GİDİYORUM .KENDİM BİLE SONUMUN NASIL OLACAĞINI BİLEMİYORUM. BELKİDE KENDİMDEN KORKTUĞUM İÇİN BAŞKASINA REZİL OLMA KORKUSU DİYELİM BİZ BUNA. İNSANLARIN BENDEN BEKLENTİSİ ÇOKMUŞ GIBI GELİYOR FAKAT KİMSENIN BİR BEKLENTİSİ YOK. AMA İNSANIN BİR KARAKTERİ VARDIR VE ONU DEĞİŞTİRMEK ÇOK ZORDUR BENDEN BUNU İSTİYORLAR. AMA YAPAMAYACAGIMI BİLMİYORLAR.

UZUN LAFIN KISASI BEN BÖYLEYİM KENDİ SECİMLERİMİ KENDİM YAPACAGIM. ARTIK DÜMENSİZ GEZMEK YOK DÜMENDE KAPTANDA BENİM BUNDAN SONRA . BEKLE BENİ HAYAT BEN GELİYORUM…



Bu yazı, ÖSS sınavından sonra boşluğa düşen bir öğrencinin yazısı.Kendisi ile yüzleşmekten kaçınmamış ama içinde derin boşluklar yaşayan;kendini sorgulayan bir öğrencinin yazısı.Aslında böyle binlerce yazı vardır.Kimisi yazıya dökülmüş kimi de sadece düşünce de kalmış…

ÖSS ve üniversiteye giriş sistemi, maalesef ki hayatlarının hemen başında ,kendini tanımaya yeni başlayan bireylerde ciddi sorunlar oluşturuyor.Amansız yarış kimi insanlara kaldıramayacağı yükler yüklerken, başaramama psikolojisi kişi de ciddi problemlerin ortaya çıkmasını sağlıyor.Geri dönüp düşünelim o zamanki halimizi bizde acabaları aynen bu şekilde içimiz de saklamıyor muyduk?Bir sene boyunca acabalarımız olmadı mı o üç saat için?

Elbette ki sıkıntılı bir dönem ÖSS dönemi.Ancak bugünlerde sınava girecek öğrenciler şunu unutmamalı.Hayat bu sınavla ne başlıyor ne de bitiyor.Kazanılmış üniversitede hayatın bundan sonraki anahtarı değil.Orda yapılacaklar,kendini hayata hazırlayış her şeyin üstünde.

Son olarak bu satırların sahibi de şimdi bir üniversiteli ve hayata daha pozitif ve gülen gözlerle bakmakta.Bu tipte sıkıntı yaşayanların aynı gülen gözlerle hayata bakması dileğiyle…

ERDEM ÇETİN

SPORDA IRKÇILIK

İnsanlık tarihi boyunca özelliklede milliyetçilik akımlarının yoğun olduğu dönemlerde yükseliş göstermiş ırkçılık akımları ,günümüzde spor müsabakalarının da içine girmiştir.Ülkesinden kilometrelerce uzakta , hayatını spor yaparak devam ettiren sporcular maalesef ki ırkçı söylemler ile karşı karşıyadır.Sporun içine artık ırkçılık girmiştir.Özellikle de dünyada en sevilen en çok seyirci çeken spor türü olan futbolda müsabakalarda olan ırkçı söylemler eylemler önlenemez bir hal almıştır.Irkçılığın herhangi bir insanın diğer bir insanın ırkına ,milliyetine ,diline veya dinine yapmış olduğu fiili saldırılar olduğu düşünülürse ;amacı spor yapmak ve bu şekilde hayatını idame ettirmek olan bir insan bunu hiçbir şekilde hak etmemektedir.Elbette ki spor yapsın veya yapmasın ırkçı hareketlere maruz kalan hiçbir insan bu onursuz davranışı hak etmemektedir.Ancak sporun tüm dünya insanlarını kaynaştırma ,onları ortak bir paydada buluşturma misyonu düşünülürse ;sporda ırkçılığın önüne muhakkak geçilmelidir.Irkçı hareketler bireysel veya kitleler halinde yapılabilir.Önemli olan bu hareketleri kimin veya kimlerin yaptığını gözetmeden önlenmesidir.Ve de bu insanlık suçunu işleyenler muhakkak cezalandırılmalıdır.Bu olayın peşinde ve savunucusu olmak ,dünya halklarının kardeşliği için çok önemlidir.

ERDEM ÇETİN

21 Mart 2010 Pazar

DEĞİŞİMİN EŞİĞİNDEKİ ÜLKE:TÜRKİYE

Dünya değişiyor.Toplumlar ,yaşayışlar,inanışlar,gelenekler hatta…

Ve de bu değişim,kitleleri yeni ufuklara götürüyor.Ülkemiz de bu değişimin eşiğinde bugünlerde.Kalıpların kırıldığı, siyasi konjonktürün değiştiği bir ortamdayız.

Özellikle çeteleşmenin ortaya konulduğu, dokunulmaz denen kişilerin sorgulandığı,yanlışların ortaya konulduğu günlerden geçiyoruz..Bundan önce farklı bildiğimiz olaylarda, kimlerin ne tür parmakları var yeni yeni bu dönemde sorgulanıyor.Örneğin Abdi İpekçi-Çetin Emeç cinayetlerinden anti-laik kesimin sorumlu tutulduğu günlerden ;ailelerinin bile olayı şimdi daha net görebiliyoruz dediği bir ortamdayız.Evet Emeç ailesi seneler sonra olayın içinde ülke içindeki karanlık güçlerin varlığına dikkat çekiyor.Yani faili-meçhul cinayetlerdeki sır perdeleri belki de şimdi sorgulanmaya başlıyor.

Bunun da temel nedeni Ergenekon Soruşturması’dır.Bu dava ile başlayan süreçte haksız gözaltılar yaşansa bile ,olayın temelinde nasıl olsa bize el uzatamazlar denen kurumların sorgulanır olması vardır.Bu kurumların yanlışlığı gözler önün serildikçe ,yargılanması gereken insanlar adaletin önüne çıktıkça gerçekleri daha iyi görebileceğiz.Bu ülke aydınlarına asıl kıyanların kimler olduğunu daha iyi anlayabileceğiz.Evet yaşanan bir değişim var ve umarız ki değişim olumlu yanları ile çok şeyleri daha netleştirecek.Ama bu değişim yaşanırken yıllardan beri ülke içi demokrasi ve adaleti tamamlayacak olgular maalesef geri planda kalmakta.Dokunulmazlıkların kalkması,yargı reformunun gerçekleşmesi ve parti içi demokrasi zaaflarının giderilmesi eğer gerçekleşirse daha demokratik bir sosyal ve siyasi yapıya ulaşacağımız şüphesiz.O nedenle bu olayların en kısa zamanda gerçekleşmesi için siyasiler samimi olmalı ve gereken çabayı göstermeli.

Değişimin sürmesi; daha yaşanır, daha adaletli bir Türkiye için çok önemli .O yüzden her hattıyla değişime devam…
ERDEM ÇETİN

19 Mart 2010 Cuma

SİYASETE BULAŞMIŞ FUTBOL

Türkiye iki haftadır yoğun olmakla birlikte sezon başından bu yana çıkar gruplarının Diyarbakırspor üzerinden oynadığı oyunlara şahit oluyor.Açılımın başkenti Diyarbakır her hafta futbol takımının üzerindeki futbol dışı emellerle karşı karşıya.Ancak son iki haftadır yaşananlar ne yazık ki çok ileri boyutlara taşınmış durumda.Diyarbakır’da oynanan Bursa maçında yaşanan olaylara be bu haftaki İstanbul Büyükşehir Belediye spor maçının tatil oluşuna baktığımızda planlanmış eylemlere devletin de engel olamayarak bir şekilde yardımcı olduğunu görmekteyiz.

Önce Bursa maçına bakalım…İki takımın arasında yaklaşık 5 ay önce yapılan karşılaşmada Diyarbakırspor bayrağı yere atılıyor,malum tezahürat tekrarlanıyordu.Buna da İstiklal Marşımızı söylemeyen Diyarbakırlı taraftarların yol açtığı söyleniyordu.Fakat burada gözden kaçan durum ,orda ki provokatör grubun hiçbir şekilde tüm şehri temsil etmediğiydi.Ve de senaryonun devamının çekilmesi için iki takımın oynayacağı 2. maça söz kesiliyordu.2 hafta önce oynanan müsabakada öyle olaylar yaşandı ki;herhalde hakem doğru bir karar vermeyip maçı tatil etmese senaryoyu oluşturan grupların elinde daha renkli bir senaryo olabilirdi.

Ancak yaşanan ne yazık ki bir zaaftı devlet için.Çünkü orada yaşanan olayların hiçbirine engel olamamıştı, devlet.Seneler önce terörist başının İtalya’da olduğu haberleri İtalya Türkiye arasında gerilimli bir ortam yaratmış,Galatasaray ile Juventus takımlarının aralarında oynayacağı maç , bugün ki Diyarbakır- Bursa maçından kat kat daha önemli bir hal almıştı.Ancak devlet orada otoritesini ve gücünü kullanmış, çıkabilecek eb ufak bir olaya bile en gel olmuştu.Yani devlet futbolu siyasetten uzak tutmayı başarmıştı.

Bugünlere tekrardan dönelim…
Olaylı bir şekilde geçen ve hakemin tatil ettiği Diyarbakır-Bursa maçından sonra artık Diyarbakır’ın her maçı çok kritikti.Çünkü provokatörlerin yol açacağı maç tatile gideceği bir maç daha Diyarbakır’ın sonuydu.Çünkü futbolun kanunları belliydi.Bir takımın taraftarı, aynı sezon içinde 2 kez maçı tatile götürecek olaylara neden olursa o takım küme düşer maddesi çok açıktı.İBB maçından 88 dakika bekleyen sözde taraftarlar , yedikleri golden sonra içeri girdi ve hakem maçı tatil etti.Ama burada yaşananlar bir hafta öncesinden çok farklıydı.Devletin valisi oradakilerin çıkar grupları olduğunu ,hakemin maçı tatil ederek bir şekilde çıkar gruplarının oyunlarına teslim olunduğunu açıkça beyan etti.Gerçekten de hakem bu oyunu oynayanların ekmeğine yağ sürmüştür.Hakem futbolcuların sadece ama sadece amaçlarının futbol oynamak olduğunu göz ardı etmiş ,kalan kısa zamanı her türlü teminatın kendisine verilmesine rağmen maçı tatil etmiştir.Ama tekrardan altı çizilmesi gereken durum en büyük zararı göreninin futbolcular olduğudur.Diyarbakırspor forması giyip de ender olarak Diyarabakırlı olan futbolculardan ,kaptan Barış’ın maçın tatil edilmesinden sonra olayların olduğu tribün önünde çöküp olan biteni çaresiz gözlerle izlemesi gerçekten çok acıdır.Yani kaybeden kaptan Barış olmak üzere diğer Diyarbakırsporlu futbolcular olmuştur.

Sonuç itibariyle eğer Diyarbakır küme düşerse çıkar grupları şehri futboldan uzak tutacak,ve de amaçlarına ulaşmış olacaklar.Bundan sonra Van’da ,Hakkari’de ve de diğer doğu şehirlerinde yaşanacak olaylarında önü açılacaktır.Ermeniler ile İtalyanlar ile futbol üzerinden dostluk kurmaya çalışan Türkiye kendi topraklarındaki ayrılıkçılığı körükleyecek.Yine sporda şiddet yasasını çıkartamamış devlet,yaşanacak bu tarz olaylara seyirci kalacak.Çünkü eğer bu devlet sporda şiddet yasasını çıkartmış olsaydı;spor müsabakalarında yapılacak provokatif eylemleri önlerdi.İki maçta yaşanan onca olaya rağmen bir tek gözaltı olmaması , bu yasanın çıkmamasındandır.Bundan sonra olan yine,tribüne gitmeye çekinen futbol taraftarlarına,potansiyel suçlu olarak gösterilen şehirlere ve de Barış gibi futbolculara olacaktır

ERDEM ÇETİN

16 Mart 2010 Salı

NASIL BİR SÜREÇTEN GEÇİYORUZ 4

Hızla değişen ülke gündemimiz geride bıraktığımız ay boyunca birden çok gündem maddesiyle tartışıldı ve tartışılmaya devam edecek.Balyoz eylem planı,Tekel işçilerinin 78 günlük direniş sürecinin sonlanması,bir cumhuriyet başsavcısının özel yetkili bir başka savcı tarafından tutuklanması,başbakanın medya patronlarına gazetecileri şikayet etmesi,devletin zirvesinin askeri tatbikata katılmaması bugünkü yazımızda değerlendireceğimiz gündem maddeleri olacak.

ASKERİ TATBİKAT
2 yılda bir yapılan ve ordunun kara şartlarında neler yapabileceğinin örneklerinin sergilendiği kış tatbikatı geçtiğimiz ay yapıldı.Ordunun başı konumundaki cumhurbaşkanı, başbakan ve milli savunma bakanı ise bu tatbikata katılmadılar.Nedeni ise sorulduğunda böyle gerekiyordu cevabı savunma bakanı tarafından verildi.Ancak devlet geleneği haline gelmiş;askerin ve siyasetin buluştuğu bu zirve bize kalırsa çok önemli bir birlik ve beraberlik simgesidir.Özellikle de asker-sivil geriliminin hissedildiği bir ortamda bu katılımın olması gerekliydi.Cumhurbaşkanının ise siyasetten kopmuş,tamamen üst otorite olarak orda olması isabetli olurdu, kanısı da çok da yanlış bir kanı değildir herhalde.

TEKEL İŞÇİLERİNİN DİRENİŞİ
Geçtiğimiz aya dair bir diğer gündem maddesi de Tekel işçilerinin hükümet ile 4-C konusunda anlaşamaması idi.78 gün boyunca Ankara’da çadırlar kuruldu ve çok önemli bir direniş hareketi görüldü.Sonunda şimdilik de olsa Tekel işçilerinin lehine bir karar çıktı ve bu 78 günlük süreçte bitmiş oldu.Burada sorulması ve tartışılması gereken konu hükümet mi yoksa Tekel işçileri sorusu değil.Almanya’da devlet ile Lufthansa işçileri benzer bir anlaşmazlık yaşamış grev sadece 4 gün sürmüştür.Yani ortak nokta bu kadar çabuk bulunmuştur.Türkiye’de böyle bir anlaşmazlık THY ile yaşansa aradaki uyuşmazlık bu kadar sürer miydi?Temel olan ve bundan sonra tartışılması gereken Tekel tarzı kurumlarının ne kadar işler olup ,fayda getirdiğidir.Ama işçi haklarının geri planda olduğu hiçbir tutum doğru değildir.Ve ne olursa olsun destek görmemelidir.

BAŞBAKANIN MEDYA MENSUPLARI İLE SORUNLARI
Gündemin bir diğer maddesi de başbakanın medya ile olan sorunlarıydı.Aslında bu sorun yeni bir sorun değil ve sürekli yaşanmakta .Ve de bir kısım bunu diktatörlükle benzeştirmekte.Ülkemiz dışına çıkıp dünyadaki örneklerine baktığımızda İtalya’da Berlusconi medya patronlarına yazarlarınızı susturun demiyor,Berlusconi direk kanalları alıyor.Örneğin Rusya’da Putin, Fransa’ da Sarkozy böyle yaklaşımlarda bulunmaz;daha sert yaklaşımlar gösterip medya patronlarına direk müdahale de bulunurlar.Yani bugün başbakan medyayı yönlendirme noktasında her ne kadar demokrat bir yaklaşım sergilemiyorsa da Avrupa’daki örneklerine bakıldığında bu tavır aslında çık masumane.Belki de şimdilik…

BALYOZ EYLEM PLANI
Ve çok tartışılan Balyoz Eylem Planı…
Ülkemiz ve tarihimiz her zaman askere ve askerin varlığına güven duymuştur.Ülke geleneğimiz asker kültürünü kutsal saymıştır.Darbeler bile bu güvene , bu kutsallığa engel olamamıştır.Fakat son zamanlarda askerin yargılanması,asker içindeki görevini kötüye kullanan yetkililerin varlığı askerin de tartışılmasını sağlamıştır.Ve bu olaylar yeni bir sürecinde başladığına kanıttır.Bu yaşananlar demilitarizasyon ise bu ülke için, bireyler için çok tehlikelidir.Ama yeni süreç birçok açıdan teminatımız olarak gördüğümüz kurumun da içini yeniliyorsa ,bu süreçten sadece misyonunun gereklerini yapan, çağdaş bir vizyonla kendini yenileyen bir kurum çıkarsa elbette ki bundan en çok güvencemiz olan ordumuz karlı çıkar.
Burada diğer bir kritik konuda siyasi iradenin bu olayda ne kadar gerçekçi olduğudur.Bilindiği üzere siyasi irade bu türden darbe planlarına karşı olduğunu her seferinde yinelemekte.Ama 12 Eylül gibi bir gerçek ortadayken o zaman darbe yapanlar neden konuşulmamakta bile? Demokrasi adına binlerce insana yapılanlar ,halk iradesinin geride bırakıldığı o günlerin sorumluları neden göz ardı edilmekte?Eğer siyasi iktidar bu olayda samimiyse 12 Eylül sorumlularının da gün ışığına çıkartılmasına yardımcı olmalıdır.
Son olarak Yunanistan,İspanya gibi darbe kültürüne hiç de uzak olmayan ülkelerde bile ekonomi bu kadar kötüyken ve iç huzursuzluk had safhada iken darbe söylemleri hiçbir şekilde yapılmamakta.Çünkü 4.sınıf Afrika ülkeleri dışında darbe dönemleri bitmiştir.Darbe zihniyeti artık tükenmiş bir zihniyettir.O yüzden hala bu zihniyete sahip olan kişilerin tasfiyesi ordu içinde kazanç olacaktır.

BAŞSAVCININ TUTUKLANMASI
Bilindiği üzere Erzincan başsavcısı İlhan Cihaner,Erzurum özel yetkili savıcısı Osman Şanal tarafından evi aranıp sonrada tutuklanmıştır.Bu olay da cumhuriyet tarihimizde bir ilk olarak kayıtlara geçmiştir.Tutuklamanın hemen ardından Osman Şanal da HSYK tarafından suçlu bulunmuş ve yetkileri elinden alınmıştır.Ancak bu olayda gözlerden kaçan ve akıllarda soru işaretleri bırakan olay şudur:HSYK savcıyı suçlu bulup yetkilerinin tamamını kaldırınca hükümet kanadı kararı hukuka aykırı olarak nitelendirmiş,adil yargıyı etkilemeye yönelik bir teşebbüs olduğu belirtmişti.Ancak bir süre önce yargıtaydaki 33 boş koltuk için 8 ay boyunca seçim yapılamaımıştı.Bununda nedeni adalet bakanının HSYK ile olan sorunları sebebiyle toplantılara katılmaması idi.Müsteşarı bile katılsa bu toplantılar yapılabilecekken aylarca bu toplantılar yapılamamıştı.Ancak son olayda müsteşar toplantıya katılmış ama oylamaya katılmamıştır.Bununda izahı bu toplantı yapılsın karar alınsın demektir.Her ne kadar tarafsız olduğunu iddia edip toplantıyı terk etse de katılımı kararın alınmasına yardımcı olmuştur, müsteşarın.Yani iktidar tarafından çok eleştirilen bu konuda iktidar,bakanın müsteşarı vasıtası ile otomatikmen kararın alınmasına katkıda bulunmuştur.Buda hükümetin bu olaya örtülü de olsa destek vermesidir.
Madem bu kadar yanlış olduğu düşünülen bir karar ortada neden hükümet bu olaya eleştirmesine rağmen destek vermiştir?Tutarsızlık ve danışıklı dövüşe açık örnek olan bu karar önümüzdeki süreçte de tartışılacaktır,hiç şüphesiz.

İşte böyle garip olayların yaşandığı ,tutarsızlıklarla dolu eylemlerin olduğu bir ayı daha geride bıraktı,Türkiye.Bakalım önümüzdeki ay nelere şaşıp nelerin üstünün örtüldüğüne şahit olacağız.
ERDEM ÇETİN

FUTBOL: SUÇ VE SUÇLU TAYİNİ

Futbolumuzda maç tatillerinin,küme düşürme dedikodularının ve tabiki şampiyonluk hesaplarının sık döndüğü bugünlerde şüphesiz taraflı tarafsız herkesin merakla takip ettiği konulardan biri de Bursaspor'un zirve yürüyüşüdür.Bursaspor'un üst üste kazandığı maçların lige yeni bir hava kazandırdığını inkar edemeyiz.Özellikle kamuoyunda yaratılan Bursaspor ve Ertuğrul Sağlam profilleri Türkiye'de geçtiğimiz yıllardaki Sivasspor ve Bülent Uygun örneklerini akıllara getirmiyor değil.Tabi farklı olan şey Ertuğrul Sağlam ve Bülent Uygun arasındaki söylemlerdi.Bülent Uygun her mikrofon uzatıldığında,kendisinin ne kadar büyük bir antrenör olduğundan,takımı nasıl çalıştırdığına kadar birçok spektaküler söylemlerde bulunmaktaydı.Ertuğrul Sağlam Bülent Uygun'un bu yanlış tutumundan sonraki hızlı düşüşünden ders almış demek yanlış olur bence zira bu zaten yıllardır tanıdığımız Ertuğrul Sağlam karakterine uygun bir davranış değildir.

Ancak şöyle bir durum izah etmek istiyorum.Bursaspor son hafta Manisaspor'u 2-0 geçtikten sonra Ertuğrul Sağlam'ın yaptığı açıklama birkaç hafta içinde alınacak başarısızlık durumunda suçlu tayin etmekten başka birşey değildir."Pazartesi ve Cuma arka arkaya maç koymuşlar,gerekirse fikstürü de yeneceğiz" açıklaması yüzeysel bakıldığında inanmış bir takımın antrenörünün söylemi olarak düşünülebilir.Ancak Ertuğrul Sağlam bu söylemiyle bahsi geçen maçlarda puan kayıpları yaşanır ve Bursaspor şampiyonluk yolunda yara alırsa suçluyu hedef göstermiştir.Türkiye'de başarısızlığın sebebi neden hep önceden başkalarında aranır?

Bursaspor eğer şampiyonluğa oynayacaksa böyle küçük hesaplara girmemelidir.Zira küçük hesaplar küçük düşünen takımların işidir ve şampiyonluk büyük takımlara yakışır.Bu konuyla ilgili bir örnek vermek gerekirse; İngiltere premier liginde Wigan Athletic takımı küme düşme mücadelesi veriyor ve 13 Mart Cumartesi akşamı Bolton Wanderers ile bir maç yaptı ve kaybetti,aynı takım bu akşam yani sadece 3 gün sonra yine bir maça çıkıyor ve bu konuda takım yönetimi veya teknik kadrosundan kimse bir açıklama yapmıyor."Küme düşmeyeceğiz,gerekirse fikstürü de yeneriz" diyen yok.Kaldı ki bunu küme düşme mücadelesi veren küçük bir takım yapmazken,şampiyonluğa yürüyen bir Bursaspor antrenörünün yapmaması gereken talihsiz bir açıklama olarak hafızalarda kalacaktır.Bursaspor şayet olur da şampiyonlar ligine giderse 3 günde bir maç oynamak zorunda kaldığında Ertuğrul Sağlam ne diyecek merak etmiyor değilim.

BURAK KERECİ

Güdü,Hedef,Ödül Triosu ve Kişisel Karar Teorisi

Günlük yaşamda,bir problem karşısında bazen kimse harekete geçmezken bazı insanların hızlıca harekete geçip sorunu çözmeye odaklandıkları ve hedeflerine,uzun sürse de,azimle çalışıp odaklarını gözlemlemişimdir.Bu insanları diğerlerinden ayıran nedir sorusunun bir veya birden çok yanıtı mutlaka olmalıdır.Bu cevaplardan birisi de o kişilerin güdülenme düzeyiyle ilgilidir.
Herhangi bir eylemde bulunma eğilimini güdülenme; bu eğilime neden olan belli bir ihtiyacımızı veya isteğimizi de güdü olarak adlandırabiliriz.Güdü kelimesinin özünde mevcut bir hedefe vurgu vardır.Bu hedefe ulaşma doğrultusunda davranışların yönlendirilmesi de güdülenmedir.
Farz-ı mahal,bir ilköğretim okulunda herhangi bir sınıftaki öğrencileri gözlemlediğimizde bazı öğrencilerin derse hazırlıklı geldiklerini,derse istekli katıldıklarını ve ödevlerini zevkle ve istekle yaptıklarına şahit oluruz.Ancak bazı öğrencilerin de,okula zorla geldiğini,dersi dinlemek yerine arkadaşıyla konuşmayı veya pencereden dışarıyı izlemeyi tercih ettiğini görürüz.Yine bazı öğrenciler zor bir problemle karşılaştıklarında problemin üzerine gidip masadan kalkmazken,bazıları da en kısa sürede pes edip soruyu bırakırlar.İşte bu iki tip öğrenci arasındaki farkın esas nedeni güdülenmedir.Olgunlaşma ve yetenek düzeyi aynı olan iki öğrenciden biri daha iyi öğreniyorsa güdülenme düzeyi bu farkı ortaya çıkaran baş aktördür.
Bireyin,özellikle öğrencilerin başarı hedefine güdülenmelerine yardımcı olabilmek için bu süreçte neler olup bittiğini bilmek gerekir.Bu konuda birçok teori bulunmaktadır.Bunların bir kısmı insanı pasif bir organizma olarak ele alır ve hedefe bağlanmayı yani güdülenmeyi sağlayan şeyin aslında insanın ihtiyaçları olduğu tezini savunur.Bir başka deyişle insan hangi ihtiyaç içindeyse o hedefe yönelik davranış gösterir.Dolayısıyla hedef güdülenmede oldukça önemli bir yere sahiptir.Hedef belirlendiği andan itibaren birey artık o hedefe yönelik davranış sergilemeye girişir.
Hedeflerin yanı sıra,güdülenmedeki bir diğer önemli unsur da ödül elde etme arzusudur.Ödüller farklı kaynaklardan beslenebilir; bunlar iç kaynaklı ve dış kaynaklı olabilir.”Dış kaynaklı ödül” için kısaca; insanın temel olmayan ihtiyaçlarını besleyen ödül tipidir diyebiliriz.Yani birey,fark edilmek,zekasını ispatlamak,yüksek not almak,mahcup olmamak veya iyi bir izlenim bırakmak gibi sebeplerden dolayı ödülü istiyorsa bu ödül dış kaynaklıdır.Öte yandan,”kendimi geliştirmek için,sevdiğim için” gibi sebeplerle güdülenildiğinde bu iç kaynaklı güdülenmedir.Öyle ya da böyle,asıl olması gereken iç kaynaklı güdülenme şeklidir ki şayet birey içten güdülenme gerçekleştirirse,dıştan güdülenmedeki güdülenme sebepleri de kendiliğinden tatmin olmuş olacağından dış kaynaklı güdülenmeye gerek kalmayacaktır.
İç kaynaklı güdülenen birey başarısızlık durumunda bunu içselleştirmez.Araştırmalar bu tip bireylerin başarısızlık nedenlerini kendilerinde değil,harcadıkları çabada,izledikleri çalışma yönteminde aradıklarını göstermektedir.Ayrıca daha gerçekçi olduklarını ve başarısızlığa karşı daha dirençli oldukları ortaya konmuştur.
Bütün bunlar ele alındığında,içten güdülenme kişisel karar teorisine önemli etkilerde bulunmaktadır.İçten güdülenme bireylerin yaptıkları işte kendilerini ne derece özerk algıladıklarını ve bu işin ne denli kendi iradelerine bağlı olduğunu fark etmeleridir.Birey kendince güdülendiğinde verdiği kararlar da tutarlı ve dengeli olacaktır.İş ve eğitim alanında da birey kontrolün kendi iradesinde olduğunu fark ettiğinde kişisel karar teorisi devreye girecek ve kendisine ve yaptığı işe katkısı olacaktır.

BURAK KERECİ

1 Mart 2010 Pazartesi

KOMEDİ ANLAYIŞIMIZ DEĞİŞTİ Mİ?

Türk sinemasında bir çok özel isim vardır,komedi adına.Ama bunlardan en önemlisi hiç şüphesiz Kemal Sunal’dır.1960’lı yılların ortasında başladığı sinema hayatına 42 film sığdırmıştır, Kemal Sunal.Ve de bunları yaparken bir çok farklı karakterde karşımıza çıkmıştır.Yani bir tek İnek Şaban olarak hatırlamayız,onu.Onun birden çok ismi vardır hem filmlerinde,hem de bizim hafızamızda.

Dedik ya komedi anlayışımız değişti mi?Bu tartışmanın da kaynağı bugünkü Recep İvedik serisi ve karşılaştırmalar.Bugün Recep İvedik ile kahramanı canlandıran Şahan Gökbakar bile bu tartışmada elbette ki Kemal Sunal’ a rakip olamam diyecektir.Ama bir kısım medya ne yazık ki halkın rol modelinin İvedik tiplemesi olamayacağının farkında değil.Elbette olamaz.Çünkü Kemal Sunal ve onun karakterleri saf karakterlerdi.Yeri geldiğinde o kahramanlar bir çok kesimi ,hatta ailesini bile karşısına alıp halkın yanında olabiliyordu.Halk da bu karakterin masumluğuna, saflığına ve dürüstlüğüne çok inanmıştı.Bugünkü gibi küfür vardı o filmlerde de,ama insanı irite eden ailesine kadar rahatça küfür edecek kahramanlar yoktu, o filmlerde.Bugünkü karakter tamamen kaba,kendi için yaşayan ,sevimsiz ve sosyal mesajlardan tamamen uzak bir karakterdir.Bu kahraman ile komedinin doğasında olan güldürme ve insana güldürürken dersler verme misyonu tamamen göz ardı edilmiştir.

Aksine dönemin Kemal Sunal filmleri misyonları olan filmlerdi.Yetmişli yıllarda erotik film furyasına kapılan Türk Sineması’nda Kemal Sunal filmleri onlarca film ile misyonuna devam etmiştir.Filmlerdeki usta yardımcı karakterler ile birlikte ,kimi zaman dönemin önemli problemi olan ağalık sistemi eleştirilmiş, kimi zaman siyaseti halk için yapmayan siyasetçi mizahi açıdan derslerde vererek işlenmiş, kimi zaman da yurtdışına giden o dönemki kuşağın yaşadığı zorluklara dem vurulmuştur ,filmlerde.Ve de asıl önemli olan, halkın değerlerini ön planda tutma prensibi hiçbir zaman göz ardı edilmemiştir.

Sonuç olarak bugünlerde serinin 3. filmi ile izleyicisi karşısına çıkan Recep İvedik serisi kendi adına başarılı sayılabilir,fakat halkın rol modeli olma misyonundan oldukça uzaktır.Çünkü toplumsal değerler geri plandadır ve karakter çok sabittir.Ve ne kadar da sağlam gişeler yapılmış olsa da Türk halkının komedi anlayışı doğrultusundaki filmler Kemal Sunal filmleridir.

ERDEM ÇETİN

HAYATA OLUMLU BAKABİLMEK

Zor bir hayat yaşıyoruz hepimiz , aslında.Sevinçlerimiz ,çok istediklerimiz hemen gelip geçerken,acılarımız ve unutmak istediklerimiz hep bizimle oluyor.Düşünün bir ; aylarca belki de yıllarca çok arzuladığımız ve olmasını dört gözle beklediğimiz bir olayı…Evet belki o olayda istediğimiz son noktayı tam da istediğimiz gibi atıyoruz ama sevincimiz , o mutlu anımız ne kadar devam ediyor?Tam tersini düşünelim bir de, hayatımızda bizi önemli derecede mutsuz edecek olayı veya hiç ama hiç gerçekleşmesini istemediğimiz bir anı ne yazık ki an be an hatırlıyoruz, sanki onunla hayat boyu yaşamamız gerekirmiş gibi…

Neden böyleyiz ki sanki veya neden sevinçlerimizi bile kalıplara sokuyoruz ki ?Tamam başta dediğimiz gibi zor bir hayat yaşıyoruz ama bu hayatı daha da dolu yaşayabilmek, paylaşabilmek elimizde değil mi?

Aşık olarak , gerçekten severek , değer vererek,hoş görerek,samimi olarak yaşadığımız , sevdiğimize sevgimizi gösterdiğimiz bir hayatı düşünsenize …

Bir de düşünün ki ; maddi kaygılar ve hayat kavgamız ikinci plana itilmiş , içine sokulduğumuz bitmek bilmeyen yarış önemsenmez olmuş, sadece manevi değerleri ön planda tutar olmuş herkes…

Belki de bunlar ütopik düşünceler, mevcut hayat şartlarımızda .Ama neden bunları tamamen göz ardı ederek yaşayalım ki? Neden aşık olduğumuzu haykırmayıp ,hoşgörülü ve samimi insanlardan zarar gelir mi diye kuşkulanalım ki?Veya neden yanlış ilişkiler yüzünden gerçek aşkın varlığını bile sorgulayalım ki?

Aslında hayat bize bağlı.Yani hayatı anlamlandırabilmek de hayatı sıradanlaştırabilmek de…Sevginin anlamını ,insana verilen değerin kutsallığını,yaşadığımız hayatın güzelliklerini ne kadar içimize sindirirsek ; inanın hayat bize o tatlı ve yaşanmaya değer yönünü daha da çok gösterecek.Ve de yine hayat boyunca yaşanmış ve yaşanacak duyguların en özellerinden biri olan aşkı ne kadar saf bir şekilde yaşayabilirsek ;inanın ki aşk hayatımızın diğer bölümlerine o iksirlerini her hattıyla saçacak.

Paylaşımlarımızın ve sevgimizin samimi ,yaşadığımız aşkların ilk bakışmanın heyecanlığı ve sıcaklığında olduğu bir hayat olması dilekleri olsun son sözlerimiz…

ERDEM ÇETİN

28 Şubat 2010 Pazar

BOŞ ZAMAN DEĞERLENLENDİRMEK

Boş zaman nedir? Boş zaman dediğimiz zaman aklımıza gelen şey yapmamız gereken bir işimiz,yetişmemiz gereken bir şeyimiz olmaması mıdır? Boş zamanlarımızda neler yaparız? Öncelikle zaman ve boş zaman kavramları hakkında bilmemiz gerekenler var.Zaman; insanın hayatında başı ve sonu olan,tekrarı mümkün olmayan,belli ölçütlere dayalı bir kavramdır. Boş zaman ise kişinin uyku,yeme,içme,zaruri ihtiyaçlarını karşılama,ders çalışma, iş saatleri, gezme, eğlenme dışında kalan, özgürce kullanabileceği, kendi ilgi ve yetenekleri doğrultusunda kullanacağı ve sadece kendisinin seçerek kullanabileceği zamandır.Boş zamanlarımızı değerlendirmek gerçekten çok büyük bir sanattır.Bu tür zamanlarda kimisi dinlenmek,kimisi sevdikleriyle olmak,kimisi izleyemediği bir filme gitmek,kimisi yoğun ve sıkıcı iş ortamından uzaklaşıp belki şehir dışına çıkıp kaçamak yapmak isteyebilir.İnsanların bu konuda daha farklı seçimleri de olabilir.Boş zaman değerlendirmek esasında kültürel bir mevhumdur.Bunun için de bir eğitime ihtiyaç vardır.Etkili boş zaman değerlendirebilmek için bu konuda da bir eğitim şarttır.Peki bu eğitim ne tür bir eğitimdir? Birey de ne tür özellikler esastır? Evvela bu konuda gönüllü olmak ön plandadır. Boş zaman eğitimi, bireyin boş zamanını akıllıca ve etkin bir şekilde değerlendirilmesi eğitimidir. Bireyin boş zamanını arzulanan yönde değerlendirmesi, estetik ve ahlaksal değerlerin kendisinde şekillenmesine, kendini yaratıcı olarak ifade edebilmesine, fikir edinmesine yardımcı olan bir eğitimdir. Bu da ister istemez insanda belirli bir kültür edinimi sağlamaktadır.Üniversite de öğrenim gören veya mezun olmuş olan hatta hali hazırda iyi yerlerde olan bir çok gencimiz,insanımız bile boş zaman değerlendirmek konusunda yeterli yetkinliğe sahip değil.Bu eğitim kökten,çocukluktan verilmesi gereken bir gelecek yatırımıdır.
Boş zaman değerlendirmek,üniversitelerde araştırma tezi olarak üzerine düşülen bir konudur.Zira gelecekte çocukların kendinden emin,düşüncelerinde özgür ve yaratıcı olabilen,üretebilen ve kendisine saygısı olan bireyler haline gelmesi için oldukça önemli bir mevzu olan “boş zaman” kavramı MEB okullarında çok geri planlardadır.Devletin eğitim politikaları beyanları ve talim ve terbiye kurulu iç tüzüğünde de bulunan binlerce başlıktan birisi de bu konudur.Hatta onlara göre bu eğitim,bireye okul öncesinde verilmeye başlanmalıdır.Buradaki yanlış bu şartları yerine getirmeyen öğretmenler mi,yoksa onları denetlemeyen ve bu hale getiren eğitim ve atama sistemi midir? Bu sorunun yanıtını sizlere bırakıyorum.
Son olarak yazımı bitirirken ülkemizde yapılan bir araştırmada ilköğretim çağındaki çocukların “boş zaman” kavramıyla ilgili düşünceleri konulu araştırmanın bulgularını sunmak istedim.Tabi bu araştırmanın yapıldığı öğrenci grubu,öğrenme ortamı vs gibi kriterlerin farklı ortam ve öğrenciler üzerinde değişkenlik gösterebileceğini düşünürsek,ne kadar dikkate alınması gerekir orası ayrı bir muamma.
“Araştırma bulgularına göre ilköğretim öğrencileri boş zamanı; hiçbir işin yapılmasını gerektirmeyen, öylesine düşünülen, kitap okuyup müzik dinlenilebilen, tek başına veya topluca vakit geçirme zamanı olarak farklı biçimlerde tanımlamışlardır. Araştırmaya katılan çocuklardan kimileri boş zamanlarının olmadığını söylerken kimileri ise boş zamanlarını değerlendirmek için müzik dinleyip kitap okuduklarını, bilgisayarda oyun oynadıklarını, televizyon izlediklerini ve arkadaşları ile vakit geçirdiklerini, test çözüp sportif oyunlara katıldıklarını dile getirmişlerdir. Boş zamanlarında gerçekleştirdikleri etkinlikler sonrasında ise kendilerini rahatlamış ve dinlenmiş hissettiklerini, mutluluk duyduklarını, kendilerine güvenlerinin arttığını ifade etmişlerdir.”
BURAK KERECİ

25 Şubat 2010 Perşembe

YİNE AMERİKA ve YİNE SENARYOLAR

Bugünkü yazımız Afrika’nın küçük ülkesi Nijer ve Amerika ile ilgili.Aslında ne alakası var ki birbirleri ile sorusunu sorabileceğimiz iki ülke Nijer ve Amerika.Ancak, Afrika’nın bu küçük ülkesi bugünlerde çalkantılar yaşıyor.Afrika’nın en yoksul ülkelerinden biri olan Nijer’de ,18 Şubat’ta yapılan darbe ile yönetim değişikliği yaşandı. Buraya kadar her şey normal karşılanabilinir.Çünkü Afrika ve siyasi istikrarsızlık,darbeler çok da bizi şaşırtan durumlar değil.

Ama Nijer’ i önemli kılan,dünyadaki uranyum rezervinin %6’ sına sahip olması.Bu da Nijer’i dünyanın üçüncü büyük uranyum üreticisi yapıyor.Ve de ileriki yıllarda milyonlarca dolarlık yatırımın bu ülkeye yapılması bekleniyor.

Gelelim ABD- Nijer bağlantısına …2003 yılında ABD VE ortak istihbarat Irak’ın Nijer’den uranyum aldığına yönelik gerçekçilikten uzak raporlar hazırlamıştı.Son olayda da Nijer’de ki darbe BM,Afrika Birliği,Fransa tarafından kınanmış ; fakat ABD’den net bir tepki gelmemiştir.Ve işin daha da ilginci Nijer’de ki darbe esnasında ABD bu ülkeye bilim,teknoloji ve insani yardım konusunda bir heyet göndermiştir.ABD heyeti ilginç bir şekilde darbecilerle sokaklarda beraber gezmişlerdir.

Tüm bunların ışığında ABD’nin bu darbeye olan tutumu aslında çok açıktır.ABD politikalarının gereği olarak dünyanın bu yoksul ama değerli ülkesine sözde sahiplik ve koruyuculuk rolünü üstlenecektir.Ve de bu kadar değerli bir ülke ilerleyen zamanda karışıklıklar yaşamaya devam edecektir.Ama dünya düzeninde önemli olan ABD politikaları ne yazık ki.Bu yüzden Nijer gibi yoksul ama değerli ve millet bilincine erişememiş ufak ülkeler ,her zaman hegemon güçlerin politikalarına maruz kalacaktır.
ERDEM ÇETİN

15 Şubat 2010 Pazartesi

BİTMEYEN BAŞÖRTÜSÜ TARTIŞMASI!

12 Eylül 1980 darbesi oluşu açısından ,öncesi ve sonrasında ülkeye getirdikleri bakımından çok tartışılmıştır ve tartışılmaya devam edecektir.Ülke demokratik olmayan bir yönetimle kendine yeni bir anayasa belirlemiştir.Ve de bu anayasa doğal olarak sivil iradenin tamamen dışında bir anayasa olmuştur.Durum böyle olunca da o tarihten önce demokratik hak olan olguların sınırlandırılması kaçınılmaz olmuştur.İşte sınırlanan bu demokratik hakların en önemlilerinden birisi ;başörtüsü takma özgürlüğünün kimi alanlarda kısıtlanmasıdır.

Ülkede 80 öncesi dönemde bu kadar ciddi bir problem olmayan başörtüsü takma özgürlüğü bu tarihten sonra siyasal iktidarların da tutumları ve soruna konan yanlış teşhisler yüzünden içinden çıkılmaz bir hal almıştır.Başörtüsü takıp takmama inanç özgürlüğü noktasında insanların bir tercihidir.Ve de başörtüsü takma laik düzene karşı gelme, siyasal rejimi bozmaya kast etme değildir.Ama elbette ki bu özgürlük bütün özgürlükler gibi sınırsız olmamalıdır.Peki bu özgürlük nereye kadar olmalıdır?Mevcut anayasa şu anda işlerliğini koruyorsa bu doğrultuda çözüm üretilmelidir.Ülkemizde bu tartışmanın en ateşli olduğu platform,üniversitelere başörtüsü ile girilip girilememe konusudur.İşte sorunun çözümü noktasında en önemli yer buradır.Eğer kişi kamuda hizmet veriyorsa; başörtüsünü çıkartmalı,hizmet alıyorsa başörtüsünü takabilmelidir.Yani bir devlet hastanesinde hasta başörtüsü ile tedavi olabiliyorsa ve doktoru ona hizmetini belirlenen kılık kıyafet ölçülerinde veriyorsa aynı durum üniversitelerde de geçerli olmalıdır.Çünkü hizmet verilen üniversite öğrencileridir.

Aslında sorun ,siyasi iktidarların olaya siyasi rant olarak bakmasıdır.İmam Hatipleri arka bahçesi olarak görenler,başörtüsünü yobazlık olarak gösterenler soruna çözüm üretmek bir yana daha da çözümsüzlük ortamı yaratmışlardır.Ve de onlar yüzünden maalesef sorun bitmeyen ,bitmeyecek bir sorun haline dönüşmüştür.

ERDEM ÇETİN

SİYASİ İRADE ÇIKMAZI

Ülkemiz insanı her zaman; siyasete yakın, siyasi oluşumların peşinde ve savunucusu olmuştur.Kimi zaman bu yakınlık aşırıya kaçmış ülke darbe sürecine girmiş; kimi zaman da bu yakınlık idol olarak görülen bir liderin doğrularında ilerlemiştir.Aslında bu iki durumunda yanlışları vardır.Ülke insanı elbette ki siyasi oluşumlara ve siyasete yakın olmalıdır ;ancak ülkeyi darbe sürecine kadar götürecek kutuplaşmalar çok tehlikelidir.Diğer durumda da lider insanın yanlışları bile doğru olarak görülmekte ideoloji yanlış dese de parti liderinin uygulamaları genel geçer olmaktadır.Bu durumda da liderlik sultası kavramı ön plana çıkmaktadır.

Liderlik sultası kavramı; parti liderinin tartışılmaz olduğu bir kavramdır.Lider, partisini kendi hegemonyasına göre yönetir.Lider,yönettiği partiyi parti delegeleri ile partinin alt kolları ile kendine bağlamıştır.Ve de partilinin liderine karşı en ufak bir eleştiride bulunursa kendini partiden ihraca kadar götürecek bir sürecin içine girebilir.Bu durumların olduğu bir siyaset ortamında da doğal olarak parti içi demokrasiden söz etmek mümkün olmaz.Parti içi demokrasi olmaması da liderlik sultasına erişmiş liderlere çok uzun süreli iktidarlar sağlar.Bunun en büyük örneği; yıllardır partisini iktidar yapamamış,hep muhalefet olarak kalmış Deniz Baykal’ın CHP iktidarıdır.

Parti içi dengelerin katı olduğu MHP‘de de Bahçeli’nin liderliği buna benzer bir örnektir.Karşı adayın olduğu seçimlerde yaşanan baskılar parti içi demokrasinin belli yere kadar sürdürüldüğüne bir örnektir.AKP‘ de 338 vekilin birden liderlerinin gösterdiği karara uyması ,hiçbirinin bu karara karşı çıkmaması da yine parti içi demokrasi zaafıdır.

Bu örnekler doğrultusunda da siyasi çıkmazlar oluşmaktadır. Liderlerin kendi partileri içindeki hegemonyaları bütün siyasi yapıyı etkilemektedir.İnsanlar inanmasa bile belli bir kutbun tarafında kalmaktadır.Örneğin Türk milliyetçiliğinin tek adresi MHP olmamalıdır.Kürt vatandaşlar terör örgütünün uzantısı dışında bir parti olsa ve gerçekten Kürt vatandaşları temsil edecek bir partiye sıcak bakmazlar mı?CHP yeni bir başkan ,yepyeni bir vizyon ile iktidara gelebilir savı çok uzak bir sav mı?Merkez sağda güçlü bir parti olsa AKP merkez sağdan aldığı oylarım alabilir mi?Yani bu görüşteki insanlar benimsemedikleri halde oylarını yine de AKP yönünde kullanır mı?

Bu durumların toplamında ne yazık ki siyasi çıkmazlar meydana gelmektedir.Liderlik sultasının yön verdiği siyasi partiler ülke siyasetine katkı vermemektedir.Parti içi tüzükler ve delege sistemleri değişmedikçe de bu çıkmazlar devam edecektir.

ERDEM ÇETİN

27 Ocak 2010 Çarşamba

BAŞARAMAYIP BAŞARDIĞINI SANMAK MI YOKSA GERÇEKTEN BAŞARMIŞ OLMAK MI ?

Merhabalar şimdi yazacaklarımın cevabını beraber bulmak için sizinde düşüncelerinizi bilmek istedim.Eminim hayatta bir çoğumuzun karşılaştığı bir durumdur; zor olanı başarmak kolay olanı başaramamak yada kolay olanı başarmak zor olanı başaramamak.

Peki sizce kolay olan...ı başarıp ,zor olanı başaramamak mı ? yoksa zor olanı başarıp kolay olanı başaramamak mı başarmaktır aslında ?

Şimdiden düşünceleriniz için teşekkürler.

AHMET ALİ ODABAŞI