24 Nisan 2011 Pazar

Kınalar Yakılsın: Schadenfreude



Almanca’nın kelime yaratma konusunda birçok dile oranla daha esnek olması dolayısıyla bu dilde doğan, zamanla diğer dillere de aynı şekilde aktarılan bu kavramın “schaden” (zorluk, kötülük, zarar) ve “freude” (sevinç) kelimelerinden oluştuğunu düşünürsek, en yüzeysel ve anlaşılabilir tanımı “Başkalarının üzüntüsüne sevinme” şeklinde yapılabilecektir. Bu tanımı ilk kez duyan kişinin aklında muhtelemen “sadizm” olgusu hasıl olacaktır (hatta ilk tepkisi “mazoşizm işte yeaa” olanlar bile var, gerçekten), ancak bu iki kavramın birbirinden ne kadar farklı olduğunu schadenfreude hakkında örnekler vererek ve daha derin açıklamalar yaparak somut bir şekilde anlayabilmemiz mümkün olabilir.
Bu kavramla henüz karşılaşmamışken, yıllar önce Suç ve Ceza’daki şu küçük kısmı okuduğumda, belki de kimsenin yüzleşemeyeceği bir duyguyu edebi gücünün yardımıyla ne kadar sade ve anlaşılabilir yazdığını düşünmüştüm Dostoyevski’nin, bunu yazmak büyük cesaret ister gibi gelmişti biraz da:
“..Hepsinin halinde, en yakınlarının beklenmedik bir felaketi karşısında bile insanlarda her zaman görülen tuhaf bir sevinç duygusu vardı. En samimi acıma, acısını paylaşma duygularına rağmen, istisnasız olarak hiçkimse, böyle bir duyguya kapılmaktan kendisini alamamıştır.”
Cesaret istediğini düşündüm, çünkü bence kimsenin insanlığ(ın)a yakıştıramayacağı türden bir duyguydu bahsedilen, kimse kendine bile itiraf etmezdi zaman zaman bu tür hislere kapıldığını. Zira kendim de bunları okumadan önce bu durumu yaşadığımın farkında değildim. Sanırım yazarın 12 yaşındaki okuruna hatırlattığı, arkadaşımla beraber okulun bahçesinde oyun oynarken, ikimizin de kaygan zemin üzerinde kayıp yere düştükten sonra, ilk şoku atlatmanın akabinde bende hasar olmadığını, ancak onun dizinin kanadığını fark etmem karşısında hissettiğim mutluluk olmuştu. Burda söz konusu arkadaşımın her konuda “rakip” olan arkadaşlardan olduğunu söylememde fayda var sanırım. Derslerde, okuldaki “popülerlik” yarışında, bando takımında, annelerimizin güzelliğinde.. her konuda rakibimdi evet. Çok sevdiğim bir arkadaşım değildi tabi ki, sadece rakibim olması, kalitelerimizin denk olduğuna işaretti, zaten bu da arkadaşğımıza nedendi ki bu da ayrı bir konu.
Morrissey de bu açıdan bakmış olmalı ki, “We hate it when our friends become succesful.” şeklinde anlatmış durumu. Oyuncu Groucho Marx da, “No one is completely unhappy at the failure of their best friend.” şeklindeki sözleriyle Morrissey’le aynı fikirde olduğunu gösterir bize adeta.
Türkiye’de bu duygunun en güzel örneği bence, kişilerin taraftarı oldukları futbol takımının bir başka takım karşısında galip olmalarından çok, karşı tarafın mağlup olmalarına sevinmeleridir bence. Bir maç sonrasında yenen takımın taraftarının yenilen takımın taraftarı olan bir arkadaşını arayıp “Nası yendik ama?” seremonisini yapması, karşı takımın mutsuzluğunu pekiştirerek (ve buna tanık olarak) kendi sevincini artırmanın en somut örneği olsa gerek.
Kıskançlıkla farklı olarak schadenfreude, karşı tarafın mutluluğundan mutsuz olmak değil, mutsuzluğundan mutlu olmaktır bir bakıma. Örneğin çalışma arkadaşlarımdan biri, yöneticimin bana daha yüksek puan vermesi nedeniyle mutsuzsa kıskançtır, daha düşük puan vermesi dolayısıyla mutluysa “schadenfreudian”dır. Güzel filozof Arthur Schopenhauer bu farkı şöyle açıklamış: “Kıskançlık hissetmek insancıldır, zarar sevincinin tadını çıkarmak ise seytancıl.”
Her ne kadar “şeytancıl” bir hissiyatı söz konusu etmiş bulunsak da, aslında hepimiz bu duyguyu, sevdiğimiz insanlar hariç herhangi birine karşı, nadiren veya sık sık yaşamışızdır. Yapılan bir araştırma “Schadenfreude’nin yoğunluğu, özgüvensizlikle doğru orantılıdır.” der, ancak bu his belki çocukluktan yaşlılığa kadar içine sürüklendiğimiz “rekabet ortamı”ndan kaynaklıdır, belki de schadenfreude bizde, “Gülme komşuna gelir başına.” yasağının hissettirdiği baskının ters tepmesiyle veya her yasak gibi bu yasağın da cazip gelmesiyle oluşan bir durumdur- kim bilir?
DİPNOT: Blog yazılarımızın artık rutini olan,anlatılan mevhumu bir şarkıyla bağlama olayından yine vazgeçmiyoruz.Schadenfreude kavramını en güzel açıklayan şarkı "I need to watch things die" diyen Tools - Vicarious olurdu sanırım.



19 Nisan 2011 Salı

Albüm: Foo Fighters - Wasting Light


Foo Fighters, 11 nisanda uzun zamandır sabırsızlıkla beklediğimiz albümü Wasting Light 'ı piyasaya sürdü. Albümden çıkan ilk single olan "Rope" albümün efsane bir FF albümü olacağını müjdelemişti aslında. İlk dinlediğimde şarkıya nötr bakmıştım açıkçası. Lakin 3. veya 4. dinleyişimde "Dave Grohl kafası" diye bir kavram oluşturdum kafamda. Bu şarkıdan yola çıkarak albümün daha çok söz ağırlıklı olacağını ve müzikal açıdan hafif deneysel geçebileceği tahmininde bulunmuştum kendimce. Derken yayınlanan "White Limo" klibinde bu şarkıyı da dinlemiş olduk. White Limo beni açıkçası fena dumurlara uğrattı. FF'den beklediğim tarzda bir şarkı olmamakla birlikte, sert riffleri ve distortion vokalleriyle beni benden aldı resmen. Aslında pek de beklenmedik değildi zira FF'nin bu tarz şarkılar yapabilecek kapasitede olduğundan emindim ve gerilere giderek albümlerini hızlı bir şekilde dinlemeye başladım. Bunu kanıtlamak çok da uzun sürmedi çünkü ilk albümleri olan 1995 albümündeki "Weenie Beenie" şarkısı da en azından vokal olarak "White Limo"yu andırıyordu. Bu arada şarkının klibinde Limo'nun şoförünün Lemmy, torbacının da Pat Smear olduğunu söylemekte fayda var. Oldukça eğlenceli bir klip.

Albüme şöyle bir bakacak olursak son 2 ayda "Rope" hastası olmuş birisi olarak beklentilerim acayip yüksekti. Hatta bana göre albümün en iyi şarkısı "Rope" olacak; geriye kalan şarkılardan belki 1 tanesi "ehh" dedirtecekti. Albümün yayın tarihi olan 11 nisan benim için daha önemli bir durumun tarihi olduğu için o tarihte albüm veya FF aklıma bile gelmedi işin aslı. Wasting Light iki gündür listemde ve dinlemekten kendimi alamıyorum. Albüm hakkında her şarkıyı tek tek ele almak gerektiğine inanıyorum. Nitekim albüm beni resmen ters köşeye yatırdı. Sadece Rope hit olur derken, o şarkıyı resmen bir köşeye ittim ve diğer şarkıların etkisindeyim hala. "Rope, Dear Rosemary, White Limo, Walk, A Matter of Time, Back & Forth, These Days" gibi şarkıların hepsi ama hepsi büyük hit olacak kapasitede şarkılar. Benim favorim albümün 3.şarkısı olan "Dear Rosemary".

FF çıktığı günden bu yana yapmak istediği asıl büyük patlamayı bu albümle yapacaktır kanımca. Son 2 albüm zaten FF'deki değişimi ve kalitenin artışını ortaya koymuştu. 2011 yılına damgasını vurarak yıllar sonra bile gelmiş geçmiş en iyi albümler arasında da yerini alacaktır. Benden söylemesi; dinleyin, dinletin.

Bu kadar bahsettikten sonra White Limo klibini koymadan olmaz.

Retro: Yetenek Evrimi


Sosyal medyanın ilerlemesi, televizyon kanallarının artması, uydular, dijital platformlar, internet vs. gibi dünyada olan bitene hiç zahmete girmeden ulaşabileceğimiz bir çuval dolusu alternatifimiz mevcut. Bunun yazıyla ne ilgisi var ben de bilmiyorum ama bazen böyle eski ve yeni şeyleri karşılaştıran retro yazıları hep hoşuma gitmiştir. Bu yüzden bu tarz bir giriş hoş olur diye düşündüm.

Bu yazının burada olmasının sebebi dün evden çıkmak zorunda kalmam ve devamında yolda giderken karşılaştığım olaylar. Eskiden, yani biz çocukken insanlar için televizyonda gördüklerini anlatmak kolaydı. Bunun için ekstra zahmete girmeye veya yeteneğe gerek yoktu. Zaten tv kanalı sayısı topu toplamı 2-3 tane olduğu için herkes muhtemelen aynı şeyi izliyordu. TV 'de görülen komik bir şeyi gelip anlatmak için ekstra bir yeteneğe veya olayın kahramanının karakterine bürünmek gibi atraksiyonlara gerek kalmıyordu. Dün karşılaştığım olayda ise ergen genç, olayı arkadaşına anlatırken garip bir şekilde sınırlarını zorladığı yeteneğiyle anlatmaya çalıştığı olayın kahramanını yaşatma savaşı veriyordu otobüste. Muntazaman, bu konuda yeteneksiz olduğunun farkına varmış olacak ki "olm izlemedin mi, nasıl izlemezsin ya?" diyerek çektiği acıdan kurtulmak istiyordu. Neyse ki bir şekilde anlattı olayı ergen ve kimse gülmedi, herkes hayatına kaldığı yerden devam etti.

Diyeceğim o ki, evvelce yetenek bu kadar değerli bir şey değilmiş.Yetenek yarışmalarının sadece son yıllarda revaçta olduğunu düşünürsek, bu önermeyi doğrulayamasam da destekleyebilirim sanırım.